İKİ BİSİKLET BİR HAYAL – EGE TURU

Yeni, eski, dinlenmemiş ve müzik zevkine hitap eden benzer keyifli şarkıları keşfetmenin hazzı bambaşka. Bu yüzden bir müzik dinleme uygulaması kullanıyorum. Beğendiğim, listeme eklediğim şarkılara göre benzer tınılarda şarkılar öneriyor… Sıklıkla kullandığım müzik dinleme fasilitesi yine bir şarkı önerdi. Yeni gelen şarkının adı Ed Wells’in Young parçasıydı…

Solo piyano ile başlayan şarkının ikinci nakaratında;
“Play in the garden
Find a tree and stay there for a night or two
Brother, I will be young with you
So live life young” diyordu…

Bir bahçede bir ağacın dibinde oynamak isteyen iki bisikletli çocuk, Ege’nin kıyılarında beş yaşındaymışçasına pedallayacaktık…

İzmir, hep aklımın köşelerini kurcalayan, duygularımda merak ve hayranlık arasında gidip gelen nadide bir şehirdi. Anlatılanlar ve yaşanılanları dinlemekten ziyade, henüz 18 yaşında iken üniversite sınavımda Ege Üniversitesi’ni istemiştim… Bundan tam 10 yıl sonra Ege’yi doya doya yaşamak ise, takdiri ilahi olsa gerek…

İnsan, hayal ettiklerini gerçekleştirme motivasyonu ile daha keyifli yaşar. Bir hayaldi… Hele ki bisiklet ile bu turu yapmak birçok insana göre hayalden öte sayılabilir… Tabii hayal etmenin de mantıklı ve tutarlı yönleriyle bağdaşır alanlarının olması da beklemek gerekebilir. Bu, tamamen hayalinizin sınırı, imkanlar ve alınabilecek risk ile ilgili desek yeterli. Yavaş yavaş başlığımıza getiren bu son cümle ile birlikte artık “İki Bisiklet Bir Hayal” demeye müsaadenizle başlamak istiyorum…

Ege turunu hayal eden sadece ben değilim. Gerçekleştiren de… Grubumuzdan daha önce Ege’de pedallamış olanlar mevcut ve pedallamak isteyenler de. Hakan Alboğa da içi dışı uzun turlar ve Ege diye yanan kıymetli bir arkadaşımız… Almak istediğim Fuji Touring’i benden önce aldığı için hiç sevmesem de, bir iki defa birlikte kamp yapıp uzun yollar pedalladığımız, hayallerini ertelemeyi sevmeyen, olgun bir yaşıt…

Hakan ile sohbetimiz, gruba dahil olduğu turlardan ileri geliyor. Düzenlediğimiz birçok etkinliğe gönülden katılımcı, yabancı turcuları misafirperverliğinde tercüman, meraklı ve en ufacık bilgi kırıntısını bile alıp cebine koyan yapısı harici, sohbetimiz, diyalogumuz başka bir şekilde gelişen bir Rapper.

Yine bir bisiklet evi akşamında Ege turumun rota ve bilgilerini anlatırken Hakan da Çeşme yarımadasını kapsayan turundan bahsetti. Benim turum Balıkesir’den başlayıp Kuşadası ya da Didim’de biterken onunki direkt İzmir’den başlıyor ve Söke’de noktalanıyordu. Bayram tatilinin 10 güne çıktığının duyurulmasından sonra Ege Turunun zaman konusu çözüme kavuşmuştu fakat yapıp yapmamak arasındaki kararsızlık, 23.00 ve 23.05 otobüslerinde İzmir’e doğru hareket eden iki bisikletli için artık hiçbir anlam ifade etmiyordu…

 1.Gün | İzmir – Güzelbahçe – Urla – Barbaros – Ildır

Heyecan ve ince bir korku var…

Defalarca kez birçok ilde pedallamış olsak da yeni ve bilinmez şehirde sürecek, daha da önemlisi, günler süren yolculuk başlayacaktı. Sakarya VİB ile yaptığımız yolculukta, benden ekstra bagaj bedeli istemelerine rağmen vermeyerek yerime geçmiştim ve şimdi bisikletlerimizi indirip yola çıkma vaktiydi.

Denizin kokusunu kendimize ilk rota olarak belirleyip Kordon’a ulaşmak adına pedallamaya başladık. İzmir’in kendine has dokusu, iklimi ile sahile doğru ulaştıkça heyecanımız yerini kontrollü sürüşle birleştirerek keşfetmeye bıraktı. Sabah 06.00 sularında vardığımız kordon boyunda bulunan İzmir Logosunda fotoğraflarımızı alıp, sağımıza Ege Denizini yükleyerek Kordon’da sürmeye başladık…

Yürüyenler, koşanlar, bisiklet sürenler, balık tutanlar, kahvaltı yapanlar, oturup ufku izleyenler ile dolu sahil, Cumartesi sabahı için oldukça verimli bir günü yaşayacağını belli ediyordu. Karnımız açtı ve artık boyoz yeme vakti gelmişti. İki kişiye sorduğumuz mekan önerilerinden sonra birini tercih ederek güzelce karnımızı doyurduk. İlk gün için oldukça enerjiktik. Öncesinde ufak bir iki alış veriş ihtiyacımız bulunuyordu. Bunu karşılamak için Dechatlon’a uğrayıp ihtiyaçlarımızı giderecektik.

Saat henüz erkendi ve biz İzmir’i merak ediyorduk… Tarihi binalardan ziyade Kordon’daki bisiklet yolu aklımızı başımızdan almıştı ve bu yol boyunca pedalladığımızda kendimizi İzmir Kent Ormanı’nda bulduk… Bin bir çeşit bitki ve ağaç türünün olduğu ormanın stabilize yolunda tekerleklerimiz sabah sessizliğini bozarak ilerliyordu. Hıdır abinin işlettiği tuvaleti bulduğumuzda, üzerimizi değiştirip bu şehrin ortasındaki ormanlık alandan şaşkınlıkla ayrılıp alış verişimizi yaptık.

Balçova ve Narlıdere güzergahı üzerindeki altyapı çalışmaları nedeniyle güzergah boyunca yolda biraz sıkışarak sürmemiz gerekse de genel olarak rahat bir sürüş ile ilk hedefimiz Urla’ya ulaşmış olduk…
10 yıllık dostum Alper’in dükkanı, Urla Merkez Kasabı’nın önünde durup içeri girdiğimde, koca bir sarılmanın ardından Alper’in siz deli misiniz söylemleri ve şaşkınlığıyla oturup sohbet ettik.

Üniversite’den dostum Alper ile

Alper, ilk üniversitemden, Mersin’nde kıymetli, yüreği, yüzü bir nadide bir arkadaşım. Benim gibi eskileri seven yenilikçilerden… Birlikte nice Tanju Okan şarkısını söyleyip kendimizden geçmişliğimiz var. Ekmeğimizi, suyumuzu bölüşmüşlüğümüz… Velhasıl kelam, birlikte gönülden yaşanan ilk gençlik zamanları… Alper bize Urla’nın en iyi lokantasında sıkı bir yemek ısmarladı. Sağ olsun, o yemeğin verdiği enerji ile kendimizi taa Ildır’a kadar atacaktık…

BARBAROS KÖYÜ

Ildır’a uzanan köy yollarında iniş çıkışlar yaparken Hakan’ı “şu camiye uğrayalım” demesinin ardından mevcut yoldan saptık… Bir yolda ilerliyoruz ama şaka mı gerçek mi belli değil.. Her yanımızda çeşit çeşit korkuluklar. Hem de bildiğiniz insan giydirilmiş, süslendirilmiş, kadın, erkek, çocuktan korkuluklar… Köy merkezine gelince, tipik Ege köylerinin süslü halleriyle mavi tonlarda kapılar, pencerelerin hakim olduğu köy kahvesi, yanında meyve reyonu rengarenk dolu bir manav- bakkal ile şenlenmiş bir meydana ulaştık.

Anlatılanlara göre, denize kıyısı olmasa da sakinliği ve doğası ile İstanbulluların yeni yatırım alanı, arsa kapatma sevdası için yeni hedefleri olan bu köy, henüz o raddeye ulaşmamıştı. Biz de o raddeye; yalnız kalmak  için bir araya gelen 15 milyon insanın yaşadığı İstanbul’daki insanların istilası başlamadan, bu güzel köy kahvesinde ayran, soda- çay içebilecektik.

Ben direkt kahveye ulaşıp sodamı yudumlarken Hakan, yola tezgah açmış olan köylüler ile sohbet edip, korkulukların manasını öğrenmişti. Köyü terk edip gidenlerin ve artık yerlerini ekip biçmeyenlerin yerine belirli zamanlarda ortaya çıkan bu korkuluklar, o kişilerin tarlalarını ele geçiriyor ve ekiyordu… Ta ki, köylüler tekrar özlerine dönüp tarlalarını ekmeye başlayana dek. Her yıl festival havasında yapılan etkinliklerde birbirinden ilginç adetler ve durumların mevcut olduğu Barbaros Köyü, üretken, şirin ve girişken insanları ile hatrımıza eklendi…

ILDIR

Yola devam etmek için pedallara yüklendiğimizde, ilk amacımız deniz kıyısında ilerlemekti. Ildır’ı belirleyip yola devam ederken, Kadıovacık köyünün inişli çıkışlı yollarında, yokuşlarda eğlenerek hedefimize pedallıyorduk… Ildır’a giriş yaparken, meraklı gözlerimiz ile etrafı izliyorduk. Sert bir yokuş ile varılan köy merkezinde bizi karşılayan bir sürpriz vardı. Festival…

Şans o ki Ildır’ın sokakları tıka basa tezgahlar, takılar, tokalar ve birbirinden güzel el işleri, doğal ürünler ile doluydu. Ve fakat önceliğimiz kamp alanını kurmaktı. Kamp atacağımız ilk günde birkaç kişiye sormamıza rağmen doğaçlama keşfettiğimiz üç ağacın altında güzel bir kamp alanı kurmuştuk. Çadırlarımızı da yerleştirdikten sonra sıra karnımızı doyurmaya geldi. Kamp sonrası tezgahları merak edip bir akşam gezintisi yaptım ve kendime bir bileklik alıp geri döndüm. Keyifli bir akşam yemeği ve ardı sıra deniz, şarkılar, ateş ve milyonlarca yıldızlı otelimizde gökyüzüne dalıp gitmek…

2. Gün | Ildır – Çeşme – Alaçatı – Ovacık – Delikli Koy

Dalınca balıkların peşinden yüzüp dipteki zenginliğe şahit olan gözler, kıyı şerifi boyunca bu uçsuz güzelliği tadacaktı. Bugün, yani ikinci günün sabahında, bizi uyandıran Golden ile günümüzün iyi geçeceğini anlamıştık. Ve günün sonunda ulaştığımız mekan ise bizi bambaşka insanlar haline getirecek tecrübeyi de sağlayacaktı. Acele etmeyelim, anlatalım…

İkinci günün sabahında yola çıkmak için tüm hazırlıkları bitirip aklımızı meşgul eden rotaya doğru yol aldığımızda, yine inişli çıkışlı yolların bizi beklediğini biliyorduk. Ne olursa olsun, şu uçsuz güzelliğin kıyısında doyasıya pedallamanın verdiği zevk… Ah o haz… Şimdi bile canım nasıl istedi anlatamam…

İşte yukarıdaki haritada, Çeşme’ye varana kadar pedalladığımız kıyıların özeti. Günün rotasında ilk hedef Çeşme’ydi. Dar köy yollarından Çeşme girişindeki geniş yollara ulaşana kadar oldukça tempolu gelmemizin sebebi, saat 10’da kalkacak olan koylar turuydu. Saat 09:50’da Çeşme’ye varmış olsak bile, benim geçici halsizlik yaşamamdan dolayı tekne turunu ikinci plana atmak zorunda kaldık. Ki sonraki zamanlarda tekneye gerek kalmadan daha keyifli hale getirdiğimiz koy gezilerimize değineceğim…

Çeşme, bize hitap etmiyordu. Burada marina, hoppidi mekanlar, sahile gelip denize girmeyen insanlar ile doluydu. Ve gece dolup taştığı belliydi. Saat henüz erkendi ve Çeşme rotamızda sadece bir duraktı. Bir iki defa sokaklarında gezip, bisiklet yoluna park eden araçlara sövdükten sonra Alaçatı’ya ulaşmaya karar verdik…

ALAÇATI

Alaçatı, Hakan’ın deyimiyle “İnstagram kızlarının şirin pozlarıyla abartılmış bir balonu”… Yerlilerine göre eski bir kenar köşe mahallesiyken, nasıl oldu da bu hale geldi, şaşırıyorlar… Sahili olmayan fakat acayip turistik ögeler üretilmiş, el kadar poğaçanın 12 liraya satıldığı, faiş fiyatlarıyla hadi lan ortan dedirten, minik bir Ege mahallesi…

Evet, denildiği üzere mavinin kapılarda, pencerelerdeki güzelliği, yüksek enerjisi, rum evleri ve dar sokakları ile Alaçatı, bisiklet ile oldukça hızlı keşfedilip keyfine varılabilecek bir alan. Yine de ikimizin tatil anlayışı ile örtüşmeyen, pek kalabalık ve süslü sokakların anlık keyfi ile Alaçatı’ya da şahit olmuş olduk ve küçük hatıralıklarımı alıp, asıl filmin kopacağı alana doğru pedallamaya başlayacaktık…

Turumuz boyunca hiçbir zaman gereksiz faiş fiyatlı yerlerde yemek yemedik, bir şeyler içmedik. Açıkcası bu turlar, sokağa para saçacak bilinçteki insanların yapacağı işler de değil. Bu yüzden, filmimizin kopacağı Delikli koy’a varmadan önce tekrar alış verişimizi yapıp, zorlu parkura girişimizi yapacaktık.

DELİKLİKOY

Alaçatı – Delikli koy yolu boyunca tek bir dükkan ya da yerleşim yeri yok… Solumuza Ege’yi alıp batıya doğru sürmeye başladığımız bu yolculukta oldukça sıkıcı yokuşlar ve büyük taşlarla döşenmiş soğuk asfalt yollar vardı. Yine de hedefimize ulaşmak amacıyla zerre şikayet etmeden sıcakta yola devam ettik…

Delikli koy halk plajı sapağını gördüğümüzde, Alaçatı ve Çeşme’deki insanlar “nerede yüzüyor yahu bunlar” sorumuza cevap bulmuştuk… Sahil yoluna girip kontrol ettiğimizde, Hakan’a yoğun ısrarlarım üzerine bu alana girmeden yola devam ettik. Acıkmış ve yorulmuştuk. Gittiğimiz yerde ne ile karşılaşacağımızı bilmemenin verdiği bilinmezlik ile ister istemez açlık ve yorgunluk birleşince, eh, gerilmiştik de…

Nihayet, 2-3 kilometre sonra Delikli koy’a ulaştığımızda, gördüğümüz manzara ve kamp atacağımız alanı belirleyince, keyfimiz yerine geldi. Ekmek arası balık ekmek ve meyve suyumuzu afiyetle yedikten sonra biraz dinlence yapacak ve kamp yapmayı düşündüğümüz yerde oturan yaşıtların gitmesini bekleyecektik. O zamana kadar ayna gibi berrak suda yüzme kararı aldık ve kendimizi soğuk koy sularına bıraktık… Bugüne ait muhteşem yolculuk, açlık, sıcak ve bilinmezliğin sonucunda, suyun üzerinde sırt üstü uzanmış sohbet eden iki bisikletli, gökyüzünü seyrediyorduk…

Deliklikoy’da kahvaltı hazırlarken

Güzelce serinleyip kendimize geldiğimizde sıra akşama hazırlık yapmaya gelmişti… İsmini bilmediğim ve şimdiye kadar hiç görmediğim kaya yapısını yontmuş deniz, burayı harika bir koy haline getirmişti. Esasında biz tam olarak Delikli koy’da değildik. Onun hemen bir yanındaki alandaydık. Çünkü Delikli koy hem kalabalık hem de kampçısı fazlaydı. Biz, sakinlik arıyorduk ve bulmuştuk da.

Hakan Deliklikoy’da

Üzerimizi değiştirip çadırları kurmaya başladığımız andan itibaren bu akşamın da oldukça keyifli geçeceğini anlamıştık. Tanıştığımız sohbet ettiğimiz insanlar, sorular sorunlar, meraklı gözlerle inceleyenler… Hemen sol tarafımızda ailesiyle gelmiş abinin inanılmaz lezzetteki kek ikramı, gidenlerden fazla suları varsa bırakmalarını rica etmemiz, saatlerce eğlenip sohbet eden gençlerin kendi ve etraflarındaki çöpleri toplayıp gitmeleri… Ve daha birçok güzel detay ile Delikli koy, unutulmazlarımızın arasında çoktan yerini almıştı…

3. Gün | Delikli Koy – Alaçatı – Zeytinler – Urla

O kadar uzun ve zorlu parkurlar, binlerce kilometre yol ve tecrübe sahibi olsak da, bu gün gerçekten bambaşka bir zorluğu bize yıktı… Hem tırmanışları, hem de sıcaklığı ile eski Çeşme yolu üzerindeki en güzel anımız sadece kavun olayıydı desek hiç de yanılmayız gibi. Sabah erken saatlerde toparlanıp keyifli bir kahvaltının ardından rotamızı tekrar Urla’ya çevirdik.

Alaçatı üzerinden eski Çeşme – Urla yolunda sürüş yaparak Urla’ya ulaşmayı ve Demircili Koyu’nda konaklamayı hedefledik. Yalnız, hem sıcak hem de yol cinsi sebebiyle gerçekten oldukça yorucu bir parkur bizi karşılamıştı.

Eski Çeşme yolunda ilerlerken, Zeytinler mevkiine ulaştığımızda yol kenarındaki kavunlar gözümüze muazzam görünmüştü. Enerjisi ve tadıyla bizi Urla’ya kadar rahat atardı ve Hakan durup yiyelim dedi…

Anıl, kavunları ortadan ikiye kesip dilimlere ayırırken, kavunlardan süzülen su, içimizi soğutmaya yetmişti. İki tane kavunu kesip afiyetle yedikten sonra, Zeytinler mevkinde oturduğunu öğrendiğimiz ve Gıda Mühendisliği kazanmış Anıl’a hem güzel kavunları hem de soğuk su ikramı hem de güler yüzü sebebiyle teşekkür ederek yolumuza devam ettik.

Anıl ve kavunları

Yola devam etmesine ettik ama bir anda bizi karşılayan Antikköy yokuşunu ince ince tırmandığımızı anlamıştık… Uzun ve dik yokuş sona erdiğinde, bulduğumuz bir çeşmede sulukları tekrar doldurup yola tekrar koyulduk. Biraz acelemiz vardı çünkü Urla’da bizi öğle yemeğine davet eden Nuray ablanın öğle arasına yetişmemiz gerekiyordu…

Ya arkadaş, Urla’ya girene kadar 25 tane Urla tabelası gördük ama o Urla’ya bir türlü ulaşamadık. Ne saçma bir tabelandırma ne fütursuz bir girişim anlamadık. Nihayet Urla meydana ulaştık ve akrabam Nuray abla ve eşi Adem abi ile öğle yemeğine başladık…

Bizim niyetimiz, çokça övülen ve asıl hedefimiz olan Demircili koyuna ulaşıp akşam orada kamp yapmaktı. Fakat Nuray ablamız ve Adem abimizin ısrarlarına dayanamayarak bu akşamı Urla’da evlerinde misafir olarak geçirme kararı aldık. Gerçekten yüksek tempolu çevirdiğimiz yorucu yolun ardından sürüşü erken bitirip konaklamak, iyi bir fikir olmuştu.

Eve geçtik ve yıkanıp dinlendikten sonra yüklerini indirdiğimiz bisikletlerimiz ile Urla Sahiline pedalladık. Yıllar önce abimin askerliği sebebiyle geldiğim bu ilçede, bu kıyıları Alper ile dolaşmıştım ve görsel hafızam sayesinde hala gidilebilecek yerleri hatırlıyordum. O dönem geldiğimde sanırım sonbahardı ve hava pek iyi değildi. Ama bu defa yaz sıcağı altında denizle gelen esintiyi Tanju Okan parkında oturup karşılıyorduk…

Tanju Okan, binlerce defa tekrara sarıp dinlediğim şarkılarını dinlediğim büyük sanatçı. Ölmeden önce yapmak istediğim bir başka hayalim, eserlerini yüz binlerce defa dinlediğim üstadın parkında oturup, denizi izleyip bir şeyler yudumlayıp, şarkılarını mırıldanmaktı. Tanımayı, biraz da olsa sohbet etmeyi çok isterdim. Hep doğruları söyledi, başkalarına göre yanlış yaşadı, sövdü, sevdi, üretti, ömrünü tüketti. Ruhu şad olsun…

Tanju Okan parkındaki hayalimi gerçekleştirdikten sonra Hakan ile geri dönüp dinlenmeye karar verdik. Sağ olsun, fotoğrafımı da çekti.
Urla sokaklarındaki bisikletlerimiz ile pedallayıp ilçeyi daha iyi tanımaya çalışırken kendimizi evde bulduk ve akşam saatini bekledik. Akşama, normalde rotamızda olan ama davet sebebiyle sürmediğimiz Demircili koyuna gidecektik.

Tanju Okan Parkı

Adem abi ve Nuray ablanın koyda kurduğu sofra, turun efsane lezzetlerini bize sunacaktı. Egenin en güzel mezeleri eşliğinde, eşsiz koy manzarası altında saatlerce oturduk, sohbet ettik… Harika lezzetler için tekrar teşekkür ederiz.

4. Gün | Urla – Sığacık – Teos Antik Kenti – Gümüldür – Özdere – Gökkuşağı Koyu

Urla’daki kahvaltımızın ardından Terzioğlu ailesi ile vedalaşıp yola koyulduk… Sabahın erken saatlerinde başlayan yolculuğumuz, uzun tırmanışlar ile Urla manzarasını görene kadar devam edecekti. İlk varış nokta hedefimiz Seferihisar’dı ve gün, gerçekten tam bisiklet sürmeye müsait havaya sahipti. Pedalımızı çevirdikçe ısındık ve yolun keyifli iniş çıkışları bizi bambaşka hislere götürdü.

2,20’lik lastiklerim ile yokuşlarda inerken hiç tereddüt etmeden virajlara girebiliyordum. Uzun bir turda bisiklete güvenmek kadar önemli bir şey yok bence. Hem büyük çap jant hem de geniş lastiklerim sayesinde birçoğuna göre yorucu gelebilecek fakat bana göre çok güvenli hissettiren şekilde yolculuk yaptım. Bunu en çok da işte yukarda bahsettiğim inişlerde yaşadım. Hakan ise touring’i ile aynı hızda inişler yapamıyordu. Çok normal..

Seferihisar, tarihi alanları  ve güzel sahiliyle birçok tatilcinin uğrak noktaları arasına girmiş güzel bir ilçe… Yalnız bizim için aynı anıların olmayacağını göstermiş oldu. Uzun yokuşları bitirip Seferihisar’a iniş yapmaya başladığımızda, her şey oldukça güzel gidiyordu… Bugünün en büyük handikabı, nerede kalacağız, kamp atacağız sorusuna hiç cevap aramayan bünyelerimizden kaynaklanıyordu. Gün sonunda efsane bir alana ulaştık ama oraya ulaşana kadar neler yaşamadık ki…

Fotoğraf açıklaması yok.
Seferihisar

İkimiz için de kamp alanlarında kalmak, gereksiz bir aktivite. Hepsi bir kenara, her yerde kamp yapabilecekken niye kamp alanlarında kalalım? Kaldı ki, kamp alanları hem kalabalık hem de gürültülü oluyor… ve elbette boşa para vermiş olma düşüncesi de cabası. Bu düşünceler aklımızda yola çıkan ikili için her yeri zapt edilmiş bu tatil yerleri, biraz strese sebep olabiliyor. İnsanımızın, gördüğümü yolayım, oo bunlar da yabancı ne kaparsam kar mantığıyla yönettikleri işletmeler sebebiyle çirkin yüzümüz maalesef her yerde karşımıza çıkıyor. Neyse, kötü anılara girmeden önce şu Sığacık’ı halledelim.

Sığacık, adı üzerinde böyle minik, tatlış bir yer. Bünyesindeki tarihi alanları, her ne kadar bölgedeki insanlar tarafından acımasızca tahrip edilmiş (binlerce yıllık taştan kendisine baraka yapan adam) olsa da henüz ölmemiş… Bu güzel yerde bizim için en güzel görüntü oldukça şaşırtan Bisiklet Kafeydi. Mamma Sweet Bike adı altında önünde bisikletlerin olduğu bu yeri görür görmez frenlere asıldık. İçeriye yönelip “kahveniz var mı” diye sorduğumuzda “ohoo hem de ta nerelerden” cevabını alınca Antik kent dönüşü uğrayacağımızı söyleyerek yola devam ettik.

Dönüşte bizi bekleyen on numara bir bisiklet mekanı vardı. Bu heyecan ile Teos antik kentine doğru tırmanmaya ve tekrar iniş yapmaya devam ettik. Nihayetinde antik kente geldik ve hemen her alanını gezdik. Üç bin yaşındaki zeytin ağacının dibinde dinlendik. Hakan’ın hurmalarından yedik…

Dönüş yolumuz oldukça tırmanışlı olacağını düşündürürken, antik kent yetkilileri, direkt marina alanına ulaşan antik kente paralel bir yolu gösterdiler ve hiç tırmanış yapmadan kafeye geri dönmüş olduk.

Bisikletlerimizi park edip kafeye giriş yaptığımızda Can’ın güler yüzü ile karşılaşarak siparişlerimizi verdik. Heykeltıraş olan ikili, yaptıkları bu girişim ile mutlu görünüyorlardı. Şimdi ülkelerin ismini hatırlamasam da çok uzaklardan lezzetli kahveleri bisikletliler ile buluşturmak için uğraş vermeleri takdire şayan! Her sorumuza özenle cevap vermeleri ve ilgileri için tekrar teşekkür ediyorum…

Mamma Sweet Bike

Günün bundan sonraki kısmı çok iç açıcı değil. Tatil alanlarına ulaştıkça beton yığınlarının ve trafiğin artması canımızı sıkması bir yana, sahil şeridine yığılmış binlerce insan bizi şok etmişti. Şimdiye kadar geldiğimiz ve kaldığımız güzergahlarda bu manzara ile karşılaşmadığımız alanlar vardı ama en azından bakir alanları da görüp plan yapabiliyorduk. Burada her yer gasp edilmişti. Seferihisar’dan çıkıp Doğanbey, Gümüldür’e ulaşıp ara ara sahile gir çık yaparak günü geçirebileceğimiz bir yer baktık ama nafile. Resmen işgal edilmiş ve yozlaşmış ticarethaneye çevrilmiş bu sahillerde bizim işimiz yoktu.

Devam edecektik. Artık o kadar can sıkıcı bir boyuta ulaştı ki ‘acaba kamp alanlarına da mı bir baksak!’ diyerek telefondan yakın kamp alanlarını da listeleyip yol üzerinden incelemeye karar vermiştik… Yola devam ettik. Gümüldür’e vardığımızda saatler 13.00’ı gösteriyordu ve gerçekten acıkmıştık… Hem açlık hem yorgunluk hem de belirsizliğin verdiği stres ile Gümüldür sahilden tekrar yola çıkmaya devam ediyorduk ki Hakan bir mekan görüp ‘gel, şurada hem oturur bir şeyler yeriz hem de kendimize geliriz’ diyerek, dışarıdan bakınca derme çatma görünen bir tost – çay evine oturduk.

Buradaki abimizin şu an adını hatırlayamıyorum. Hakan’ın sorularına verdiği cevaplar ile rotamızı netleştirmemize yardımcı olduğu gibi bize efsane bir yeri de tarif etmişti. Resmen yerde ararken gökte bulmak bu oluyor. Bu arada söylemeden geçmeyeyim, Gümüldür’de de kamp fiyatı sorduk ve bize saçma sapan bir yer göstererek bize göre fahiş bir fiyat çektiler. Israrlara rağmen ben de biraz sert bir ses tonuyla “teşekkür  ederek” yola devam etmiştik. İyi ki de etmişiz.

Karnımızı bir güzel doyurduktan sonra Özdere’ye ulaşacaktık. Öncesinde yolda yine bir kamp alanı gördük. Hipo Kamp’tı sanırım. Biz fiyat sorduk ve içeriyi görmek istedik. “Hadi girin bir bakın sizden giriş ücreti almıyorum” diyen bir modelin gönderdiği kamp alanına baktık… Baktık işte abi. Ağzına kadar insan dolu. Dip dibe kurulmuş çadır, tente, işte aklınıza ne gelirse. Bize ters. Çıktık. Zaten o fiyata son bahar sezonunda iyi bir otelde kalınabileceğini bildiğimiz için umursasızca pedallamaya devam ettik…

Özdere’de de bir kamp alanı vardı. Sormaktan zarar gelmez diyerek fiyatı sorduk ve içeriye şöyle bir göz attık. Sizce ne yaptık dersiniz? Tabi ki yola devam ettik… Markette alış veriş yaparken ‘buralarda ıssız sakin bir koy var mı’ diye sorduğum amca bana Çukuraltı plajını tarif etti. Issız dediği yerde, insandan sahildeki kumları göremiyorsun. Amca dedim içimden, sen ne yaşıyorsun? Sahile indiğimizde, sağ tarafımızda insanın gidemeyeceği bir koy gördük. Oraya ulaşmak için sahilden geçmek gerekiyordu. Tam olarak da görünmüyordu açıkçası. Bir otel,  kıyı boyunu diğer oteller gibi gasp ettiği için geçemiyorsunuz da. Oradaki gençlere oraya nasıl gidildiğini sorduk. Onlar da gidilmiyor, sahil boyu kapalı dediler.

Biz durur muyuz görmüşüz ışığı. Hemen haritalara sarıldım. Ve işte o muhteşem koyun rotası buradaydı! Yerlilerinin bile bilmediği bu rotaya araç gidemiyor. Evet, arabalar buraya ulaşamıyor… Şu aşağıda gördüğünüz yere, insan gitmesi için 500 metre dere yatağında yürümesi gerekiyor. Tatilciler için hiç de uğraşılacak bir şey değil. Ama bizim için, elbette kaçınılmaz bir rotaydı…

Bisikletlerimizi toprak yolda pedalladıkça umutlarımız artıyordu. Koyun üzerinden aşağıyı görüp yolu arıyorduk. Üç farklı noktadan alana giriş yapmaya çalıştık fakat bir türlü ulaşamadık. En son, ilk gördüğümüz ve burası değildir deyip vazgeçtiğimiz sapaktan inmeye karar verdik.

İndikçe yol göründü… Ulaştığımızda bizi şu manzara karşıladı:

Artık zaman, bize göre harika bir koy bulmuş olmanın rahatlığını yaşama zamanıydı. Günün keşmekeşi ve stresi, uzun mavi deniz yansımasında yerini huzura bırakmıştı… Yaşlı iki çift kumsal kenarında sandalyelerini ve katlanır masalarını almış çay içiyorlar. Başka da kimse yok. Çadırları kurup yerimizi belirledikten sonra bir aile daha geliyor. Aile bizi görünce ev yapımı peynir, poğaça ikram edince şenleniyoruz. Aynı anda kumsaldaki yaşlı çift de çay ikram edince… Toplasan 10 kişi olmayacak koca koyda herkesin birbiri ile paylaşımı ve bize olan ilgileri, tek kelime ile muhteşem… Biraz daha dinlenip suya girmeyi düşünüyoruz. Koyun sadece belirli bir alanından girişi yapılıyor. Her yerde deniz kestaneleri, dikenleri ile suyun içinde ve etrafta yaşıyor.

Masmavi suya kafayı gömünde, dipte dolaşan çeşit çeşit balığı görebildiğimiz bu koyda yüzmeye başlıyoruz. O sırada birkaç genç, koydaki kayalıklara geliyor ve balık tutmaya çalışıyor. Hakan, koyun tam ortasındayken o bölgeye yüzmeyi teklif ediyor. Yüzüyoruz… Balıkçıların uyarılarına rağmen Hakan ayağına deniz kestanesinin birine basıyor ve off… Daha ilk gün Ildır’da başıma gelen diken hadisesini bu defa Hakan yaşamış olacak… Orada biraz durduktan sonra geri yüzüyoruz. Yaşlı çifte bu dikenlerin nasıl çıkacağını soruyoruz, zeytinyağı diyorlar.

Özdere’de eğlenceli vakitler

Zeytinyağı ile uğraşıyoruz ama pek bir faydası oldu sayılamaz. Ildır’da aldığım iğneleri Hakan’a veriyorum ve Hakan operasyona başlıyor. Zor da olsa hepsini temizledi. Korktuğumuz başımıza gelmedi…

Gecesi de ayrı güzeldi… Gece boyu şortumla kumsala uzanıp onlarca şarkı söyledim… Hakan’la birlikte söylediğimiz şarkılarda kendimizden geçiyor ve tüm yorgunluk kendisini tarifi mümkün olmayan hislere bırakıyordu. Yarın, beşinci günümüze uyanacaktık. Dört gündür yollarda olan bu ikili için artık birçok konu farklı anlamları beraberinde taşıyor aynı zamanda bakışlarımız ile dahi anlaşabiliyorduk. Büyük bir ateş yaktık… Büyük bir akşamı yaktık…

 5. Gün | Özdere – Kuşadası – Güzelçamlı – Kuşadası

Harika bir uyku çektikten sonra sabah muazzam bir manzara ile uyanmanın verdiği keyif… Etrafta biraz daha keşif. İşte tam köşeye biri çadır atmış. Kim acaba? Açıkçası bu yolculukta, beklediğimden daha az iletişim girişiminde bulundum. Olağan zamanlarda laf atarım, hal hatır sorarım ama bu defa bir umursamazlık hissi ile etraftaki insanlar ile iletişim çabasına girmedim. Bu konuda Hakan daha girişken davrandı. Oğluyla birlikte gelen adamla biraz lafladı.

Özdere Gökkuşağı koyunda kahvaltı hazırlıkları

Kahvaltı zamanı. Elimizde karnımızı rahat rahat doyurabileceğimiz kadar malzeme var. Ocakları yakıyoruz. Su yeterince var. Kahvemiz de… Güzelce doyurup bulaşıkları yıkadıktan sonra yolumuza devam etmek adına son bir defa koya bakıp, dik yokuşu yürüyerek çıkıyoruz. Artık yollar bol bol tatilci kaynayacak…

O kadar çok yokuş inip çıkacağız ki, yolun hiç bitmeyen bir yapıya dönüştüğünü düşünecek kadar kendimizden geçeceğiz. Yol dar. Sahil tarafı tamamen uçurum. Bazen dinlenmek için manzarası güzel olan yerlerde durup dinleniyoruz. Sürekli terliyoruz ve su içiyoruz. Keyfimiz yerinde. Hakan’ın birkaç yerde durma önerisine ‘Şu Kuşadası’na bir varalım da’ diye cevap veriyorum. Nihayetinde sıkı bir tırmanış ile işte Kuşadası’na varıyoruz.

Burada konu deniz, sahil, güneş değil… Burada insanlar gece hayatı ve eğlenmeye geliyorlar. Bu çok açık. Doğru düzgün sahili bile olmayan, değişik bir yer. Güvercin Adasını görüyoruz. Burayı dolaşıp kaleyi de incelemek istiyoruz ve bisikletlerimizi güvenli bir yere bağlayarak Kaleyi geziyoruz.

Kuşadası Kale’deyiz

Alınması gereken bir karar var. Kamp alanı. Boşluk ve yeşillik olarak gördüğümüz alan, hiç de hayal ettiğimiz gibi çıkmadı. Aklımızda hala Güzelçamlı tarafı var… Sevgi plajında harika bir yer bulabilir miyiz? Şimdiye kadar kaldığımız yerler, beklentileri çok yükseltti fakat buralarda bu şekilde koylar yok. Mecbur pedallara asıldık. Soğuk asfaltta tekerlerimizin vu vuuu sesiyle Güzelçamlı tarafına doğru yola koyulduk.

Sahil boyunca devam etmemiz gerekirken bir ara Davutlar tarafına saparak yolu uzattık ama aşağıya tekrar sürünce Sevgi Plajına ulaştık… İyi güzel geldik ama kötü sürpriz! Çadır Kurmak Yasak!

Lanet olsun be! Kamp alanı bakalım, başka bir şey yapalım, bir yola devam edelim… Sahil boyunca sürmeye devam ettik. Her yerde aynı görüntü. Davutlar sahili boyunca da azgın deniz dalgaları sahile vuruyor hızlı esen rüzgar kamp yapmayı da düşündürüyordu. Kamp alanlarına baktık ve bir yer bulduk. Gidip bakmaya karar verdik. Yorulduk.

Mekana gitmeden önce aradık. Lazoğlu Kamping. Ulaştığımızda yüzümüze bakan olmadığı gibi etraf da berbat haldeydi. Direkt çıktık ve milli park tarafına doğru sürdük. Orada güzel koylar olduğunu biliyorduk. Yasak olmasına rağmen kalmayı düşünüyorduk… Kapıya vardık, hay aksi! Mesai bitmiş, içeri almıyorlar…

Dön geri… Sahil boyunca tekrar göz at. Birkaç kişiye burada kamp kurulursa n’olur diye sorduk ve verilen cevaplar pek iç açıcı değildi. Zabıta, polis gece yarısı gelip rahatsız etme durumu, ceza durumu… Hiç de istemediğimiz anılar olacaktı. O yüzden zor da olsa Kuşadası’na dönmeye kadar verdik.

Gelişi zordu ama dönüşü nasıl olduysa daha kolay olan yolculukta, ilk düşündüğümüz kamp alanına ulaştık. Küçük bir adacık girişindeki bu tuhaf mekan, bize 35 lira karşılığında otopark gibi bir yerde çadır atabileceğimizi söyledi. Duş falan da varmış… Hakan’ın kafasına yattı ama ben hala iyi bir yer bulabiliriz düşüncesinde ısrarcıydım.

Hava kararmaya başlıyordu. Son defa telefondan kamp yerleri baktım… Dört kere önünden geçtiğimiz yeri gördük. Önder Kamping. Kuşadası’nın göbeğindeki bu yeri nasıl fark etmedik, hala düşünüyorum… Diğer alanlara göre kesinlikle daha güvenliydi. Duş ve elektrik imkanı da kötünün iyisi olarak tercih sebebimiz oldu. Acıktık, susadık, terledik… Artık Kuşadası gecesinde biraz dolaşıp kafa dağıtacak zamana kadar kamp kurmaktı…

Dinlenip, son kampımızı kurduktan sonra giyinip Kuşadası gecelerinde dolaşacaktık. 30 Ağustos’a denk geldiği için sahile kurulmuş bir platformda kutlamalar yapılıyordu. Gerçekten her yer çok kalabalıktı. Yerli yabancı tatilciler burayı doldurmuş, eğlence mekanlarından müzik ve kahkahalar, şarkılar sokaklara taşıyordu… Gün boyu kamp alanı ararken şahit olduğumuz kıyı şeridine tur boyunca ilk defa gece hayatını da dolaylı olarak eklemiş olduk. Tabii bu, koylarda yaşadığımız o güzel akşamların yerini tutmadı…

6’ncı ve Son Gün | Kuşadası – Söke

Bir hayalin adım adım gerçekleştiği vakitleri yaşayınca insan, zamanın kolundan tutup geçmemesini istiyor… Turcuların bisikletlerine bakar, bisikletlerindeki tozlara bile imrenirdim. İşte, benim bisikletim de şimdi o kadar tozlu ve gerçekten uzun yollardan geldiğini belli ediyor. Ayrı bir karizma, sürekli kullandığın bisikletin başka bir havası oluyor… Ne o ilk günkü tecrübe ne de telaşe kalıyor. Çadırı toplamak artık daha basit ve bisikletteki yeri belli. Kayışları nasıl sıkacağın , ne kadar sıklaştıracağını dahi artık elin hesaplıyor… Tüm bunların yanında, manevi olarak da ‘yolda olmanın’ verdiği mutluluk ile işte son güne dönüyor pedallarımız…

Hedef, Söke. Efeler diyarı. Kuşadası’ndan Söke’ye yani, deniz seviyesinden yukarılara tırmanmak için 10 kilometrede yaklaşık beş yüz metre tırmanmanız gerekiyor. Söke’de varacağımız yer, Hakan’ın abisi, Ahmet abinin evi…

Söke’ye tırmanırken gerçekten oldukça dik bir ve bitmek bilmeyen bir yokuşu tırmandık. Beş günün ardından sabah sabah böyle bir yokuş ile günü tamamlamak istemezken bir de ne görelim, efsane bir iniş… Gerçekten bisiklet hakimiyetini kaybetmemenin çok zor olduğu bu yokuş bittiğinde yolumuzun üzerindeki İstasyonda durup bir mola vermeyi tercih ettik. Bu, son molaydı…

İkimizin de içine, kadife bir hüzün ve bir o kadar da çocuksu başarı tadı yerleşmişti. İstasyondan çıkıp bize sorular soran memurlara cevap verdikçe merakları artmış ve soruları da fazlalaşmıştı fakat biz ne sorularda ne de cevaplardaydık… Bizim kendimize sorduğumuz bir soru vardı ve işte yaşamın cevabını bisikletle vermiştik…

Ahmet abinin evine doğru yaklaştığımızda, Hakan’ın yeğeni Efe, balkondan ‘geldiilllerrr’ diye bağırarak gelişimizi kutluyordu. O’nun için bir sevinç, bizim için böyle güzel bir yolculuğun tamamlanması hüznü vardı. Atlarımızı apartmandaki güvenli alana bırakarak kahvaltı için eve çıktık. Sağ olsunlar güzel bir kahvaltı yaptık. Tüm yokuşlara değmişti.

Hakan, Hakan’ın abisi Ahmet Abi ve ailesi.

Evde güzelce dinlenmiştim ve artık akşam üzeri kalkacak otobüsümün hareket saatini beklemekten başka bir şey kalmamıştı… Bir hayalini gerçekleştirmenin vermiş olduğu hafiflik ve aynı zamanda da hayatın tam olarak böyle olamayacağını anlamanın verdiği ağırlık, başka ufukları düşünmeye sebep vermişti.

Yolda keşfedilen slogan gibi; “Kibar Ol, Kendin Ol, Cesur Ol” diyen bu yolculuktaki her birey için Ege kıyılarında, iki bisikletlinin tek hayali gerçekleşmişti, evet! Ama yollar daha yeni başlıyordu, yeni hayaller kuruluyordu… 

Foto: Mert Atalay & Hakan Alboğa
Yazı: Mert Atalay
(26-31 Ağustos 2017)

İnstagram
Facebook
Strava

Önerilen makaleler

1 Yorum

  1. Yeni hayallerinizi de okuruz umarım 🙂

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir