KUZEYE SÜR – KARADENİZ BİSİKLET TURU


Oku, Sür, Yaz dediğim üç eylemi gençliğine yol haritası belirlemiş bir ömürlük dünya misafiriydim. Yola çıkmak için her şeyi hazırdı. Kendim hariç.

Şimdi, dışarıdaki özgür yaşama göre hızlı, gideceğim yerdeki yaşama göre ziyadesiyle yavaş ve sancılı bir hayatın içinden sıyrılıp, kendimi yollarda bulma zamanıydı.

Hakikaten uzun bir süreç alsa da artık önümde bir duvar gibi aşılmayı bekleyen ne varsa aşmaya niyetliydim. Şunu da yapmalıyım diye bir vakittir beklettiğim her şeyi karşıma aldım ve başladım. Yüksek Lisans bitmişti ve artık geri kalan toplum ödevleri,  başımda dikilmiş ödevi yapmamı emreden bir öğretmen gibi başımın etini yiyordu.

Beş yıllık işimden ayrılmak zordu, ayrıldım. Sırtıma beş kiloluk parkayı giydiğimde, az önce söylediğim gibi sancılı bir yaşam alanı olsa da yeni bir pencere kazanmanın keyfini yaşıyordum. Kurumsal yaşantıdan başka bir sözde kurumsal yaşama dalmıştım. Altı ay sonunda işim, aşkım, uzun badirelerden sonra sıfırdan kurduğum yaşantım, hayalim, planım kalmamıştı; hiçbir hayal kuramayan, hiçbir şey hissetmeyen, hayata ve kendime dair tüm beklentileri sıfıra indirilmiş bir serseriye dönüşmüştüm.

Bir filmde dediği gibi aklımı kaçırmamak için aklımı çıkarıp atmıştım ve bu altı ay içinde  yaklaşık toplam iki yüz seksen kilometre koşmuş ve onlarca kitap okumuştum. Beni geri dönüşe bağlayan her şey yarı yolda bırakmış, tek bir şey kalmıştı, içimde söndüremediğim yüce alevler vardı, kanım durmuyor, gözlerim yanıyor, kendimi dindiremiyordum, yine ve güzel dipleri görmem gerekiyordu. Şimdi, sürmek, sürmek, sürmek zamanıydı!

.
.
.
.
.

.
.
.
.

1.Gün- Adapazarı – Ereğli Köseköy

İşte bu karmaşık duyguları dizginleyip aklımı geri verecek tek bir yer vardı; memleketin tüm coğrafyalarından deli, tüm şehirlerinden dengesiz, Karadeniz. Buradan bir çıkacaktım, canım nereye kadar çekerse vuracaktım pedala. Karadeniz olsun da nereye varalım, git gidebildiğin yere kadar! Fakat içeri girmek yok, hep sahile hep denize, hep o bakışı sert dalgalara…  Tek çıkacaktım. Kiminle konuşmak zorunda kalsam, konuşmak zorunda kalsam diyorum çünkü kimseyle konuşmak istemiyordum, kiminle çıkacaksın sorusu ardı sıra geliyordu. Kimseyle değil, tek çıkacağım deyince de yüz ekşimeleri, aman dikkat et uyarıları… Tamam! Teşekkürler! Siz kendiniz yaparsanız bunu, yetmiş kişi çıkarsınız ve dikkat edersiniz. Yola çıkacak kimseye, istemiyorsa tavsiye vermeyin, acaba zaten buradaki tavsiyeler avlusundan kurtulmak için yola çıkıyor olabilir mi? Evde yanımda götüreceğim parçaları yere dizmiş, heybelere doldurmak üzere hazırlamıştım. Önceki turların tecrübesiyle olabildiğince az ve gerekli eşya ile yola çıkmak istiyordum.

Zaten bu yolculuğun amacı, en az eşya ile en fazla yaşama ulaşmayı da amaçlıyordu. İçten içe sahip olduğum her şeyin verdiği yüksek aidiyetten kurtulmak istiyordum. Bir eksiğim vardı, ocak ızgarası. Buradaki bir iki mağazaya gittim fakat bulamadım. Onu da geçen yıl Ege turunu birlikte yaptığımız Hakan’dan ödünç aldım. Artık tamamdı, tamam değilse de tamamdı. Daha fazla uğraşmak istemiyordum.

Sakarya’ya gelişimin üçüncü günüydü. Heybeleri doldurduğumda Filinta, yani yeni bisikletim sıkı bir görünüme kavuşmuştu. Birbirimizle buluştuktan sonra sadece üç yüz kilometre civarı sürüş yapabildiğim Filinta ile ilk uzun turumuza pedal çevirmeye başlamıştık. Sabah erken saatlerde evden ayrıldıktan sonra Ferizli’de bir çorba içerek yola devam etmeye karar vermiştim. Bir çorbacıda çorba ve çayı içtikten sonra artık yola çıktığıma tamamen inanmıştım ve o uzun yolları aşabilecek havaya girmiştim bile. Kuvvetim ve manevi tabiatım zirvedeydi.

Aylardır bunun geleceği günü bekliyordum ve sabırla çevirmeye devam ettim. Yola çıktığımda ilk kararım, çok fotoğraf yerine o anın keyfini çıkarmaktı. Fotoğraf çekmekten gerçekten izlenmesi gereken birçok yeri izleyemediğimi, keyfini süremediğimi öğrenmiştim. Çok bir para da ayırmamıştım. Yolun bana bakacağını biliyordum.

Şimdiye kadar defalarca pedal çevirdiğim Karasu – Kocaali güzergahına ulaşmıştım, Kocaali sahiline vardığımda saat on bire yaklaşıyordu ve canım uyumak istiyordu. Önce uyurum sonra öğle yemeğimi yer devam ederim diye düşünerek sahildeki çardaklardan birine yayıldım ve bir saatten fazla uyudum.

Kalktığımda öğle sıcağı iyice kızışmıştı, karnım da acıkmıştı. Yanımdaki yiyeceklerden bir öğlen yemeği hazırlayarak karnımı doyurdum ve sularımı da doldurarak yola devam ettim. Melenağzı’na varmıştım. Balıkçı tekneleri kundak gibi sallanırken benden de genç delikanlılar teknelerin üzerinde bir şeylerle uğraşıyorlardı. Dar Melenağzı köprüsünde Filinta’yı kadraja alıp, ilk fotoğrafını çektim.

Melenağzı

Bu fotoğrafta gıcır gıcır olan Filinta, tur dönüşü biraz hırpalandığını gösterecekti. Bisikleti narin kullanan biri de olmadığım için yolculuk boyunca başına gelenleri hatırladıkça tebessüm ediyorum… Zavallı bisiklet, benim gibi bir deveyi ve sırtında yaklaşık otuz beş kilo yükü eşek gibi sırtlanıp her gün bir sürü yol gitti.

Melenağzı’nı geçer geçmez artık çift şeritli kocaman yollardan ilçe yollarına geçmiştim, meraklı bakışları ve fotoğrafını çekmek için bir şeyler arayan tavırlarıyla bir fotoğrafçı genç yolun sağına yayılmıştı, ince ince gelişimi sevmiş olmalı ki yanına varana kadar gözünü deklanşörden ayırmadı. Yaklaşınca kafasını kaldırdı ve günün malzemesini kurtarmışcasına keyifliydi, geçerken selam verdim, iyi yolculuklar deyip gönderdi.

Akçakoca’ya ikinci kere teker basışımdı, bir önceki Düzce üzerinden uzun ve yorucu bir grup turuydu ve bu yolu tersten, yani Akçakoca’dan Adapazarı istikametine doğru gitmiştim. Bu istikamet daha keyifli ve deniz kokuluydu. Artık Karadeniz kendisini göstermeye başlamıştı. Hem iniş çıkışlar artmaya başlamış hem de denizden gelen serinlikle birlikte deniz kokusu bünyemde farklı etkiler uyandırmaya, yola çıktığımı daha iyi anlamama yardımcı oluyordu.

Kocaali sahilinden sonra Akçakoca sırtlarına kadar ilçe içerisinde yol aldım ve Alaplı’ya ulaşa değin pedal kesmedim. Daha önce görmediğim yerleri keşfetmenin verdiği muazzam haz uyanmıştı, artık hayatım boyunca ilk kez gördüğüm her yeri büyük bir merakla inceleme fırsatım olacaktı. Hakikaten bu yolları bisiklet harici bir taşıtla aşsam, sayfalar dolusu kaleme alabileceğim detayların zerresini göremem, hatta sadece görmek değil mesela Akçakoca’nın kokusu, ağaçları, evlerinin hiçbirini fark edemezdim.

Alaplı çayını geçerken çayın Karadeniz’e döküldüğü noktada güneş parlamaya başlamıştı yani akşam üzerine yaklaşıyorduk. Buralarda her hangi bir yerde kamp yapmak mümkündü fakat aklım sürekli bahsedilen Ereğli’deydi. Ereğli’ye ulaşmam için bir saat kadar pedal çevirmem yetecekti. Tabii planladığım gibi olmadı. Gülüç civarındaki iniş çıkışlar zaman kıstasını değiştirdi. Son son denizin keyfini çıkarmak isteyenler ise Gülüç’teki plajlara akın etmişler, yolda çift şerit parklanma ciddi trafik sıkışıklığına sebep oluyordu. Çok daha dikkatli gitmem gereken bu trafik içinde tersanelere başını yaslayıp uyuyormuş gibi görünen dev gemiler dikkatimi dağıtıyordu. Bu gemileri 2-3 kilometre uzaktan görebilmiştim.

Ve işte öylece yolun kenarına yapılmış tersanelerde bir dağ gibi denizin üst kısmında duruyorlardı. Derileri soyulmuş ve çeşitli kaynak, çekiç sesleri yükselen bu tersaneleri geçtikten sonra artık yerleşim yerlerinin belirtilerini iki katlı evler göstermeye başladı. Bir yandan telefonumdan buralarda kamp atılacak yer var mı diye bakarken diğer yandan bisikletçileri buluşturan internet sitesine de göz atmak istedim. Ereğli girişinde bir ışıkta durdum. Akşamüzeri olmuştu ve güneş sırtımı ısırıyordu. İyi terlemiştim. İlk günün şerefine güzel bir kamp ve denizde süzülmeyi hak etmiştim. Sitede bir kullanıcı gördüm ve referanslarını inceledim, gerçekten şimdiye kadar ağırladıkları tarafından çok iyi geri dönüşler almıştı ve güvenimi kazanmıştı. Bunu düşünerek telefonu çantama atıp yola devam ettim, dört beş kilometre daha ilerledikten sonra şehir merkezine ulaşmıştım ve maalesef merkezde kamp atabileceğim bir sahil şeridi yoktu.

Gülüç’teki sahiller fena sayılmazdı ama tekrar 15 kilometre geri gitmek hiç bana göre değildi. Geriye sürüp iyi bir şeyler karşılaşmaktansa ileriye sürüp kötü şeyleri yaşamaya razı bir düşüncem vardı her zaman. Biraz daha ileriye gideyim ama dur şu kullanıcıyı bir arayayım, ne kaybederim diye düşündüm. Görüşme sonucunda Çilek kafede olduğunu söyleyen Gürbüz abi ile kafede buluştuk. Çok samimi bir karşılama ile turla ilgili sorularını cevapladım.

Bir işyerlerinde yer vardı ama oranın çok sıcak olduğunu söylediği yakın arkadaşıyla karar verdikleri şey, önce evde bir yemek yemekti. Mutlu oldum çünkü güzel acıkmıştım, akşam da olmak üzereydi. Şimdiye kadar onlarca kişiyi misafir ettiğimiz warmshowers’ı misafir olmak amaçlı hiç kullanmamıştım ve ilk seferde Gürbüz abi ile karşılaşmıştım. Yakın ilgi gösterdi ve bisikleti Çilek kafede bırakarak yakın arkadaşının evine otomobil ile vardık. Gürbüz abi, artık emekli olmuş ve kendisini hayır işlerine vermiş, bu uğurda çok mücadele etmiş ve bisikletli yaşamda da gönüllü olarak emek veren, sohbeti seven, duygusal birisi.

Burcumu soruyor, gözlemliyor ve çıkarımları ile çok şaşırtıyordu. Sofraya oturmak için balkona geçtiğimizde inanılmaz bir manzara gözlerimi dolduruyordu. Hiçbir şey demeden öylece baka kaldığım Ereğli manzarası, balkonumuza taşıyordu. Yola çıktığım için kendimi  çok iyi hissettiğim yerlerin başında bu balkon gelir desem yanlış olmaz. Harika yemekler yedik, kendi bahçelerinde yetiştirdikleri sağlıklı sebzeler ile yapılmış yemeklerin  lezzetleri hala damağımda… Bu arada, yemekten önce bir duş almam için yardımcı oldular. Evde güzel bir yıkandım ve kendime geldim.

Karanlık çökmeden bir yer bulmam için çok fazla vakit kaybetmek istemediğimi söyledim. Bisiklet üzerine sohbetimizi sonra devam ettirmek üzere evden çıktık ve kafede bıraktığım için ara sıra aklıma takılan bisikletime kavuştum. Oysa Gürbüz abi, burada hiçbir şey olmaz merak etme demişti ama… İnsanın yol arkadaşını bir yerde bırakması kolay değil. Gürbüz abinin aklında kamp atabileceğim birkaç yer vardı. Ben deniz kenarı olan bir yer olmasını tercih edebileceğimi söylediğimde Köseköy sahilinde kesin kararı verdik.

Gürbüz abi ile bir hatıra fotoğrafı sonrası, doymuş karnım ve keyifli halim ile Köseköy sahiline doğru ilerlemeye başladım. Yokuş çıkacaktım fakat böylesine bir alakadan sonra kısa bir sürüş keyfimi kaçıramazdı. Yol üzerinde bir bakkala uğrayarak su ihtiyacımı aldım. Köseköy koyuna inen yokuşu görünce gerçekten çok şaşırmıştım. Kıvrımlı inişler olmasa resmen 90 derecelik bir uçuruma yol yapılmıştı.

Arkada bu kadar yük olmasına rağmen pedallarda dengeye kalkıp bedenimin ağırlığını da arkaya verecek dik bir rampaya ulaştım. 7 kilometrelik bu iniş çıkıştan sonra kalın çakıl taş karışımı sahiline ulaşıp bisikleti elimle ittirmeye başladım. İyi bir kamp yeri tespit etmek, tecrübe gerektiren bir mesele olduğu aşikar. Şimdiye kadar onlarca yerde kamp attım fakat uzun yolculuğa çıkmış bir bünye için dinlenme alanı çok önemli. Hava iyi. Denize bile girilebilirdi. Girmedim, yeni duş almış biraz terlemiştim ama tuzlu su ile uyumak istemedim. Bu yüzden çöken karanlık altında çadırımı kurdum.

Köseköy sahili, bir koy şeklini almış ve bölge halkı tarafından da çok ziyaret edilen bir mekandı. Koy kıyısında bir çay bahçesine benzer, bir kısım genç ve ailenin gelip keyiflendiği bir mekana da sahipti. Hatta beni buraya yolcu ederlerken, mekandan bir arkadaşın ismini de verdiler, bir sorun yaşarsan görüş diye ama hiç sormadım bile.  Sadece uzanıp yıldızları izlemek istiyordum. Hayalimin ilk günüydü ve gerçekten çok iyi başlamıştı.

Çadırımın altını büyük taşlardan arındırdım, bisikletimin pedalını bir taşa sabitleyip bir süre dinlenceye hazırlık ile uğraştım. Nihayetinde artık uzanıp gökyüzünü izleyecektim. Akşam saat 10’a doğru ilerliyordu, çay bahçesinde de pek kimseler kalmamış, ortalık sahil köpekleriyle bir seyyaha bırakılmıştı. Matlarımı dışarı çıkardım, kumdan bir yastık kadar büyük baş altlığı yaparak matı serdim ve koyun solundaki falezi döven dalgaların tokatları altında milyonlarca yıldız altındaki otelimde uykuya daldığımı, çadırın üç metre uzağından geçen sarı bir köpek ile fark ettim. Bu şekilde uyuyabilirdim fakat sabaha karşı soğuk çıkardı ve çadıra geçsem iyi olacaktı…

2. Gün – Ereğli Köseköy – Zonguldak Filyos 

Çadırı kurarken giderek yükselen falezlerdeki dalga gürültüsü, ilk günün yorgunluğu için bir senfoni olabilmişti. Gece iki defa uyanmama sebep olan yalnızca sahil köpeklerinin patileriyle büyük taşları ezdiği için çıkardıkları seslerdi. Nitekim uzun zamandır dışarıda uyumamıştım. Hoş, aylardır çok defa yatak değiştirmiş, onlarca kişiyle uyumuş olsam da dışarıda, çadırda riskleri alarak uyumak başka bir meseleydi. Hatta gece bir vakit ilk uyanma sebebim, köpeklerin birbiriyle olan kavgası oldu. Köpekler büyük hırlamalar ile yakınlarımda önce birbirlerini tehdit ettiler ardından küçük dalaşmalar yerini sıkı bir güreşe bıraktı. Bir süre çadırımın kapısını aralayıp izleyebildiğim bu tiyatro artık sıkıcı gelmişti ve açıkçası uyumak istiyordum. Elektroşoku bir iki kere çarpıtarak onları korkuttum ve nereden geldiğini anlamadıkları sesten ürkerek, kavgayı bırakıp uzaklaştılar.

Köseköy sahili, saklandığı koyun manzarasıyla sabahıma güzel bir manzara sundu. Uyanır uyanmaz bu güzel görüntüyle karşılaşınca ziyadesiyle mutlu oldum.

Kahvaltımı hazırlamak için malzemeleri sırasıyla çadırdan çıkardığımda saat yediyi gösteriyordu. Yeteri kadar uyumuştum ve karnımı doyurup yola çıkmak için sabırsızlanıyordum.

Eh, akşam pedallarda dengeye yükselip iniş yaptığım yokuşu sabah direkt çıkmak zorunda kalmak, ikinci günün Karadeniz gerçeğini sunmaya başlamıştı.

Köseköy sahili tam aşağıda

Artık bundan sonraki her gün inanılmaz çıkışlar ve inişlerle dolu olacağından, ikinci gün yaptığım tırmanışları hatırlamak bile hafif kalıyor. Haritaya baktığımda, Gökçeler mevkii iyi bir tırmanış alanı sunuyordu, sonrasında Esenköy ve işte karşımda Zonguldak çıkacak diye yola koyuldum. Bu arada Zonguldak’a şimdiye değin ayak bile basmamıştım ve ciddi merak ediyordum. Merakımı giderecek çok daha büyük bir şaşkınlık içine de düşemedim. Zonguldak bir pişmanlık oluşturmadı dersem eksik demiş olmam, neyse ona birazdan değineceğim.

Gökçeler’i ağır ağır aşıp Esenköy’e ulaşana kadar farklı mahalleler, yılgın evler, terk edilmiş barakalar ve eski yollar gördüm. 75. yıl Cumhuriyet Ormanı’nın yanı başından pedallarken, içimde uslanmaz bir gitmek arsuzu artarak devam ediyordu. İyi işte gidiyordum da neydi bu hiç durmamak isteği, nereye ve neden, şu tarifsiz yolun, halsiz asfaltın, durmaksızın ilerleyen saatlere hep kendimizce manalar katmak, bizi istediğimiz yere mi götürüyor? bu ahmak düşüncelerden sıyrılmalıydım. İşte önümde kocaman bir iniş. Madem bu kadar var cesaretin, çek bakalım ellerini inene kadar frenlerden, işte öyle bir film senaryosu değildi yaşamak… Kozlu’ya varayım da şöyle iştahla bir çorba içeyim demekti aynı zamanda… Kozlu ilçesi girişine ulaştığımda buranın lokantalarına göz atmak zorundaydım. Şu pis dönerciler, neyden yapıldığı belli olmayan çiğköfteciler ve karmakarışık etlerin üzerine sos döküp et İskender diye kakaladıkları süslü mekanları görmek bile istemiyorum. Şöyle adam akıllı bir esnaf lokantası çok mutlu eder. Girelim bakalım şöyle ilçe içine doğru, işte şurada butikler, nalburlar varsa yakınlarında kesin esnaf lokantası vardır… Oh İşte burada çok iyi bir lokanta. Vitrininde çeşit çeşit yemekler iştah acıyor, renkleri canlı ve taze görünümlü sebze yemekleri mideye indirmelik. Önce çorba sonrasında bulgur yanına etli patlıcan söylüyorum. Usta pilavın üzerine bol fasulye eklemiş kendisinden, ev yapımı ayran ve gerçek insanların yemesi için yapılmış adam akıllı bir ekmek ile çok iyi doyuyorum. Pedal kesmeden 100 kilometre devirecek güç geldi neredeyse.

Usta bana bir de çay söyledi. O arada üçlü priz ile tüm taşınabilir sarjları ve turun son günlerinde sırılsıklam olarak mahvolacak telefonumu da sarj ediyorum. Öğle yemeğini 18 liraya hallettik. Bu kadar yemeğe normaldi ve gerçekten leziz, faydalı yemekler yemiştim.

Önümde varılıp görülmesi gereken Zonguldak, uzaktan yolunu sermiş beni bekliyordu. Zamanım da iyiydi. Enerjim de havam da yerindeydi. Zonguldak’a yaklaştıkça önce Bülent Ecevit Üniversitesi karşıladı. Sonrasında ticari merkezler, yol çalışmaları ve ne yöne aktığı belli olmayan acayip bir keşmekeşin içine düşmüştüm. Öyle karışık bir haldeydi ki, şöyle şehrin girişine bakınca bike yahu burası 50 yıl öncede kaldı bir daha gelmedi mi, neyin ne olduğu belli değil, tabela yok, trafik bir değişik akıyor, ışıklara uyan yok… Daha orada Zonguldak merakıma bir önyargı saplanıverdi. Şehir için iyidir diye içeri doğru pedalladıkça, daha doğrusu güzergahım şehir içinden devam ettirdiği için Zonguldak’ı yakından tanıma şansım olacaktı.

Bir şehir hayal edin, ana yolları sürekli şehrin tepesine iniyor ve çıkıyor. Tek şeride düşürülmüş yollarda hafriyat kamyonları cirit atıyor ve kimse umurlarında değil. Bir doğalgaz çalışması yapılıyor ki ne uyarı levhası var ne de bir ön bilgilendirme… 3 yıl sahalarda bu işleri yapmamış olsam, derdim ki her halde şehir merkezinde maden arıyorlar, öyle bir pervasız çalışma düzeni.

İnsanları da kabullenmiş. Şehrin bir ucundan diğer ucuna gitmek için şehrin içinde zigzaglar çizerek önce tırmanıyorsunuz sonrasında da zigzaglı inişler ile sahile kavuşuyorsunuz. Bunu böyle iki üç kere yaptıktan sonra ancak şehirden çıkış ile rahat bir nefes alabiliyorsunuz. Evet, bu sahildeki büyük tepeciklerin üzerine kurulmuş şehrin manzaraları güzel ama ulaşım, şehircilik…

Zonguldak

Karadeniz’deki tren ulaşımına da şahit olduğum bugün, hayatım boyunca art arda geçtiğim tünelleri de göstermiş oldu. Çok şaşırdığım bu tünel ve viyadüklerden önce kısa bir tünel gördüğüm için hazırlıksız geçtim. O tünelden çıktıktan 50 metre sonda bir sonraki tünel, 100 metre sonra bir sonraki tünel derken bu işin çok olduğunu anladım ve ışıklarımı takıp yola devam etmeye karar verdim. Tünellerde ne yapıyorum sorusuna da burası cevabım oluyordu. Her tünel öncesi kaskıma ön çakarımı arkaya bakacak şekilde monte ediyorum. Bagajların orta arka kısmına güçlü arka kırmızı çakarımı monte ediyorum. Eh, bagajlarımda zaten hep refrektörlü yelek mevcut. Yani, en kötü ihtimal ile 300 metreden çok rahat görünebilir hale geliyorum, gelmek zorundayım… İşte bu tünelleri de bu şekilde aştım. Çok stresli ve bir o kadar dikkat gerektiren soğuk tünellerde kan ter içinde kaldım… Hatta bir tünelde ciddi bir tehlike de atlattığım günü de ileride anlatacağım.

Evet, Türkali diyordum. Türkali’ye hoş geldiniz tabelasına ulaşana kadar Bob Ross’un elinden çıkmışcasına önümde süzülen çok tatlı manzaralar boyunca pedal çevirdim. Türkali’de konaklayabilirdim fakat saat henüz üç bile değildi, Filyos Kalesi, demir atıma sesleniyordu. Durmadım, Türkali’de biraz soluklandım ama devam ettim. Güzel sahilinde insanlar yayılmışlardı. Onları ardımda bırakıp yola devam ettim.

Büyük yeni yapılmış çift şerit yolunda, sonbahar rüzgarlarının yüzünü okşadığı Karadeniz’i dolu dolu izleyerek gidiyorum. Yol boş. Daha da tenhalaşınca daha da yaklaşıp denize karşı şeride geçiyorum. Deniz çekiyor, dalgalar itiyor, yol aklımı başıma devşiriyor, alevimi söndürüyor…

Filyos merkezine doğru süzülürken artık yorgunluk da ufak ufak kendini belli ediyordu. Filyos sahil boyunca parke taşların üzerinde gezindim ve çadır atabileceğim yerlere göz attım. Duş beş lira yazan bir yer bile gördüğüm turist öpmece mekanları da vardı. Yerel halkın çok fazla turist ağırladığı yaklaşımlarından ve mekanların kurulumdan anlaşılıyordu. Bir iki ağaçlık alanda çadır kurmuş kişiler vardı ve bu alanlar güvenli sayılabilirdi. O alanlar beni sarmadı. Sakin, kendimce takılabileceğim bir yer aradım ve Filyos Kalesine sırtımı vererek sahile çadırımı kurmaya karar verdim.

Önce tükenmiş malzemelerime yenilerini ekleyip akşam yemeğimi hazırlamam gerekiyordu. Akşam çökmeden alışverişimi yaptım. Marketteki arkadaşın yakın ilgisine ve çay ısmarlama davetine doğru düzgün cevap bile vermedim, bu sonradan bende pişmanlık uyandırsa da hiç o ruh halinde değildim. Çadırımı kurdum, akşam yemeği için birkaç parkeyi düzenledim, üzerimi değiştirip suya daldım. Harika bir denizi vardı. Ilık, dalgasız ve temiz… Suda sırt üstü uzanıp on – on beş dakika dinlendikten sonra biraz uzağa kulaçlayıp geri döndüm. Güneş çadırımın üzerinden batıyordu. Akşam yemeğinde mönü zengin. Sucuklu yumurta, pekmez, peynir, domates, zeytin.

Keyfim yerinde. Şimdi şarkı söyleyip gökyüzünü izleme zamanı. Belki, sonra yok olmak üzere anlık küçük şiirler. Bağdaş kurup uzun, derin nefesler ile denizin kımıltılarında kaybolma seansları. Serinliğe kalmadan çadıra geçen hafif beden. Filyos kalesinin dibine göçmüş, kalenin bir gecelik demir atlı şovalyesi olarak değişilmez bir uyku…

Filyos Kalesi dibinde Filinta ve çadırım
3. Gün Zonguldak, Filyos Kalesi – Bartın, Kurucaşile 

Filyos’un parkeden sahil yolundaki kasisleri geçerken tam olarak açıldı uykum. Akşam çadırımı kurarken yanımdan geçen  otuz beş yaşlarında dik yürüyüşlü bir adam önce durdu ve inceledi sonra iyi akşamlar diyerek başlatmak istediği sohbete yardım ettim. Ben de geziyorum böyle bisikletimle, buralıyım bir ihtiyacın var mı deyiverdi. Her şeyim vardı. Teşekkür ederim, bu alan güvenli midir heceleri? diye sorunca şöyle yapalım, ben sana numaramı vereyim, bir sorun olursa istediğin saatte ara, diyerek vedalaştık. Güzel bir jest, en azından bir sorun yaşarsam belki arayabilirim, nihayetinde bisikletçinin halinden anlar.

Gecenin ilerleyen saatlerinde üç berduş çadırıma yakın bir yerde çöreklenip içmeye başladılar. Geldiklerinde zaten çakırdılar fakat yarım saat içinde berbat bir gürültü halinde konuşmaya, zurnaya dönmeye başlamışlardı. Birilerine kızmış olan yaşça büyük olanı, zavallı uçkurunu dünyada sokmadık yer bırakmayana kadar küfürler savuruyor, her cümlesinin sonunda mutlaka bir şeylere koyuyordu. Uzun süre sabrettim. Gece artık bir buçuk olmuştu. Çadırdan çıkıp uyarmamak için belki yirmi beş kere karar değiştirdim. Beni germişlerdi ve konuşarak sakinleşmeyeceğim açıktı. Sabretmeyi yeğleyerek sinirimi bastırdım. On beş dakika sonra şişelerini sağa sola fırlatarak ortalıktan kayboldular. Ardından işte ancak uyumuştum ve şimdi Filyos sahil yolundaki parke taşları ezen ön tekerimi izliyorum.

Yola çıkar çıkmaz rampalar merhaba dedi bile. İçimde Amasra şarkıları mırıldanıyor. O ünlü, büyük Amasra… Saatim iyi. Sabah serinliğinde kendimi D10 a atarsam Amasra’ya rahat varırım. Hayde bakalım yüklen pedalla. Su bittikçe çeşit çeşit çeşmeden su doldur, kafayı da daldır, şapkayı da tabii. Bacaklarıma kadar su süzülüyor. D10 a çıkana kadar sabah sabah iyi efor sarf edeceğiz, o anlaşıldı. Gözüm ana caddeyi ısırmaya başladı. Yiyecek malzemem kalmadı, yüküm az da olsa hafif ama yine de yük işte. İşte şurada bir seyyar kahve. Üç kişi de oturmuş çay içiyor. Ter içindeyim. Yanaştım, bisikleti yasladım ve oturup çay, su istedim. Muhabbet nerden geliyor nereye gidiyorsun ile başladı. Üç kişi, bir bankanın şubeler arası transferini yapan mesai arkadaşı. Jantiler, şekiller yerinde. Araç zırhlı, arkasında da bir escort takip ediyor. Belli ki yük mühim. Laf lafı açtı, iş güç soruluyor, uzun uzadıya anlattık belki orada yarım saat oturdum rahat. Yol onlara göre zor olduğundan Amasra’ya trenle ulaşmam için direttiler fakat ben tercih etmedim.

Seyyar çay ocağının sahibi abi, yolda yapmam gerekenlerle ilgili kendince bir sürü tavsiye vermeye başlayınca, gitme vaktimin geldiğini anladım. Yol ile ilgili bankacıların verdiği bilgilerle yola koyuluyorum. Bir iki sert tırmanıştan sonra Amasra’ya süzüleceğimi biliyorum. Bu arada Bartın’dan geçeceğim, Bartın ana yoluna bağlayan çift şerit yola kavuştuğum için artık pedalım uzun tırmanışlarda bile iyi dönüyor.

Her yeri inceleyerek, gözleyerek yola devam etmek başka bir hal katıyor. Bölge halkının geçim kaynaklarını, evlerin önündeki araçlarından, iş yerlerinin içeriklerinden, tabelaların anlattıklarından anlamaya çalışıyorum. Hepsi bir kenara, trafik bu bölgede ciddi oranda azaldı. Suyumun tükendiği noktada artık hem elektronik eşyalarımı şarj etmek hem de biraz mola verip rota tayip etmek için iyi görünümlü bir petrolde duruyorum. Bartınlıların biraz tuhaf ve soğuk yaklaşım sergilediklerini söylememde fazlalık olmaz sanırım. Uğradığım kahvelerde, petrollerde sohbet etmeye yatkın kimseye ulaşamadım ya da bana öyle denk geldi artık bilemiyorum. Petrolde bir saat kadar dinlendim, bir şeyler atıştırdıktan sonra soğuk asfaltın verdiği güvenle yola devam ediyorum. Şarjlar da tamam, benim şarjım da tamam… Amasra merakım giderek artıyor. Küre Dağları tabelalarını görünce heyecanlanıyorum. Yıllardır kitaplardan okuduğumuz o dağlar şimdi sağ tarafımda usul usul yükselmeye, onlar yükseldikçe önümdeki yol dikleşmeye başlıyor. Her taraf o kadar yeşil ki, öğle güneşinin yakıcılığı hiçbir şey ifade etmiyor. Kontrol edince, 50 metreden 250 metreye kadar uzun kilometrelere yayılmış bir yol sonunda, Amasra tabelasını görüyorum.

Şimdi deniz seviyesine süzülme vakti. Eğer güzel bir yer bulursam belki burada konaklayabilirim de.

Amasra tünelinden süratle geçiyorum. Amasra inişi, bariyerlerle korunmuş uçurumları barındırıyor. Şehrin girişindeki trafik yoğun bir tatil beldesini geldiğimi göstermekte. Diğer Karadeniz yerleşkelerine göre evet biz turistik ve tarihi bir mekanız havası hakim. İnsanların koşuşturmacası ve benim gibi ilk defa gelenlerin etrafı inceleyen bakışlarını, pahalı mekanlar kesiyor. Dar sokaklarından sahiline iniyorum ve işte bir liman. Acaba oraya bisikletle gidebilir miyim? Sürüyorum. Bir deneyelim. Sahil güzergahı arnavut kaldırımlarıyla yapılmış olduğu için hızımı düşürerek restaurant, bar ve kafeleri daha yakından inceleme fırsatım doğuyor. Yukarıda bir kale var, belki dönüşte uğrarım diyerek Liman şeridine kadar ulaşıyorum. Deniz fenerine giden yolda insanlar yürüyebildiğine göre bisikletle ulaşabileceğimi görüyorum. Burada birkaç hatıra fotoğrafı çektim hatta İnstagram’da bir iki hikaye de paylaştım.

Amasra’daki tarihi Kemere Köprüsü ve arkada Tavşan Adası

Amasra düşlediğimden de güzel. Tam bir koyun içine yuvalanmış eşsiz bir coğrafyada, dingin suların orta yerinde konuşlanmış harika bir bölge. Keşfetme heyecanıyla 3000 yıllık bu yerleşimin son hallerinde pedal basıyorum. Kemere’den geçip Üçpalamar Sokak’tan adaya şahit oluyorum. Kemere’den geçerken tipik bir rezalete de şahit oluyorum. Böyle önemli bir yapıtın üzerinden çelik bir su borusu nasıl estetik yoksunu geçirilebilir, bunu gördüm… Çok fazla turist var ve acıktım. Esnaf lokantası ya da iyi tavuk yiyebileceğim mekanlara göz gezdirirken bir restaurantta karar kılıp karnımı güzelce doyurdum. Elektronik eşyaları şarj ederken meraklıların sorularını da cevapladım. Saat henüz erken. Devam etme gücüm var. Bu ilçede kalsam, kalabalık ve gürültülü. Kesin yine akşam geç saatlere kadar eğlenceler olacaktır. En iyisi mi pedala yüklenmek.

İyice şişen karnım, ilk pedalda zorlaması bir yana Amasra’da çıkmam gereken yokuşun yaklaşık 3 kilometre yüzde 10 eğimli olduğunu görünce şaka mı bu ya desem de keçi gibi ince ince tırmanmaya başladım bile. Hem keskin dönüşleri, her dönüşte Amasra’nın bir başka açıdan manzarası ile karşı karşıya kalmak, tırmanmak için bol motivasyon sağlıyor. Asıl mesele, Kurucaşile’ye kadar aşılacak yollarda… Sahilden uzaklaşarak Karadeniz köylerinin içinde sürekli inip çıktığım bir yolculuk başlıyor. İki yüz metre çıkıyorum, beş yüz metre iniyorum, bir kilometre tırmanıyorum, yüz metre iniyorum… Artık öyle bir boyuta geliyor ki, olağan şartlarda iniş yapınca sevinmesi gereken insan, biliyordu burada bir iniş varsa çıkışı da var… Çakraz’ı iyi enerjiyle aşıyorum. Önümde Kanatlı var. Kimi yerde durup sularımı dolduruyorum, bir sürü kahvelerden gel geeell diye seslenenlere teşekkür mahiyetinde elimi sallayıp devam ediyorum.

Üçüncü gün, Amasra’dan sonra görünce dayanamayıp fotoğrafladığım bir manzara

Haritada incelediğimde, kamp atılabilecek ve turistik sahili olan en yakın yer, Kurucaşile. Hedefimdeki ilk yer ise Tekkeönü. Sık ormanların içine kurulmuş bölgede Tekkeönü, bir derenin sahile döküldüğü yerleşim. Sahil de var görünüyor. Yorgunluk belirtileri başladı. Eh, saatler de ilerliyor. Keyfim nerede kaçmaya başlarsa orada dururum. Baktım, gitmiyor, olduğum yere çadırı atarım diye düşünerek iniş çıkışlara usanmadan devam ediyorum. Tekkeönü’ne süzülen yokuştan bisikletimi bıraktığımda ellerimi fren mesafelerinden ayırdım ve tamamen serbest inişe geçtim. Çünkü burası, ormancılık ve çekicilik yapılan bir yer olduğu sahile yığılmış demirden bir sürü malzeme ve odundan anlaşılıyordu. Hayır, burada kalmak istemiyorum. Kurucaşile zaten şurada. O zaman haydi devam!

Denize uzanmış bir burna kurulmuş bu belde, yine bir yokuş süzülüşü sonrası karşımda belirdi, işte Kurucaşile… Hızlıca bir belde turu, evet işte alışveriş yapılabilecek bir market, büfe, çorbacı, ooo güzel de bir sahil. Hem de çadır kurulabilir. Hepsi bir kenara, duşluklar da var. Harika!

Hemen tükenen malzemelerin yerine iki günlük alışverişimi yapıyorum ve çadır kuracağım, taşıma kum ile oluşturulmuş sahiline kuruluyorum. Sağ kol dayanağı kırılmış bir de sandalye var… Karnını doyurmuş, bugün güzel yorulmuş ve yıllardır hayalini kurduğu yerlerden biri olan Amasra’yı da görmüş bedenim – ruhum bu saldalyede ince ince çay yudumlamayı hak etmişti… 15-17 yaşlarında, diksiyonları düzgün iki genç gelip sorular sordular. Ben de onlara sordum, bu beldenin çok turistik olduğunu, sahildeki kafelerde akşamları çok güzel canlı müzikler olduğu, insanlarının da güvenilir olduğu için gece sorun yaşamamanın zor olduğunu söylediler. Bu iyi gelmişti.

Karanlık çökmeden denizde yüzdüm, serinledim. Bir duş alıp kendime geldim ve şimdi yemeğimi hazırlayıp güzelce doymak gerekiyordu. Yakınımda bir çay ocağı, tam arkamda, aramızda bir yol olarak gözlemeci vardı. Çadırımın yeri de iyiydi… Üçüncü güne kadar kirlenen eşyalarımı yıkamaya giriştim. Sabunla bol çitileyip yıkadığım eşyalarım sabaha kadar kurumadılar. Daha fazla yorulmaya gerek yoktu, sahile yansıyan mavi yol ışıklarını izleyerek şarkı dinleyip, sekiz saat 116 kilometrelik günün ardından artık dinlenmeye geçtim… Çok mutluydum.

4. Gün Bartın Kurucaşile – Kastamonu Doğanyurt

Dün akşam duş almanın verdiği rahatlama ile gözlerimi açıyorum. İşte içinde bulunduğum an, hayalimin dördüncü gününü yaşayacağım diğer bir gün. Üç gün sınırdır birçok şeyde ya, bu da öyle işte. Üç günü atlatayım gerisi akar gider demiştim kendime en başta, gerçekten de üçüncü günün şafağı bazı psikolojik sınırları, şartlanmaları silip attı. Artık dördüncü günde, Bartın’ın, sahiline yansıyan hoş sokak lambalarıyla sevgili bir gece geçirmemi sağlayan Kurucaşile’deydim.  Uyanmıştım. Her şeye uyanmıştım. Arkamda bıraktığım doğru ve yanlışları ayıklamanın bile ne kadar umursamamazlık hak ettiğini içten içe kavramıştım. Yol aldıkça, o sonsuz düşünce kıvrımlarında, bitmeyecek sandığım koridorlardan tırmanıp ha siktir oradan demiştim…

Sabah sisini ayıklayan beldenin köpekleri, tüm gece koşturmacanın verdiği açlığı bastıracak bir şeyler arıyorlardı. Küçük İskender, ki şu aralar bayağı hasta, yurt dışında bir fotoğraf paylaşmıştı sokak köpeğiyle. Fotoğrafta bir köpek olmasına rağmen, iki sokak köpeği diyerek paylaşmıştı da bayağı gülmüştüm. Esasında gülünmeyecek bir şey olduğunu Ankara Kalesi’ni dolaşırken rast geldiğim köpeğin fotoğrafını çekerken anlamıştım ama bu sabah beldede açlığını dindirmek için dolaşan köpeklerle aynı sahilde olunca çok daha iyi anladım İskender’i… İskender iyi mi, hiç sanmıyorum. Nihayetinde işte ben de şimdi kahvaltımı düşünüyordum. Onu da dün akşam geldiğimde gördüğüm çorbacıda halletmek iyi bir tercih olacaktı.

Sıcak çorbayı boğazımdan indirirken mataramdan da peşi sıra suyu gönderiyorum. Mekana işe gidenler, akşamcılar uğruyor. Her hangi bir yere oturduğumda yaptığım gibi, yine bisikleti tam karşı bakış açıma göre bırakıp oturmuştum. Görüş açıma aracını bir ağaç yıkılışı gibi park edip bir metre göbeği önce içeri giren orta yaş kobi patronu gelmeden önce, tam karşımda duruyordu. Bir insan neden bir dükkanın önünü tamamen aracıyla kapatır. Üç adım yürümek varken bu görgüsüzlük neden yapılır. Arabadan ayağını çıkarıp dükkana adımını bastı. Ben de içimden küfürü bastım. Çorbayı yudumlarken gelip gidenlerin davranışlarını gözlemleyip kendimce çıkarsamalar yapıyordum. Çorbam bitene kadar bu oyunu devam ettirmek isterdim fakat fırının tam yanına, çorbacının tam karşısına bıraktığım Filinta için endişenlenme duygusu, oyunu bozdu. Çayı, koca bir çınar ağacına kurulmuş ocakta içerim diye lokantadan çıktım. Bu arada işkembeye 7 lira vermek, iyi fiyattı. Güzel, besleyici bir kahvaltı. Yolu rahat aldırır… Lokantadan ayrıldım, çay içme hevesim kalmadı, gidonu kuzeye çevirdim ve pedala yüklendim.

Bugün her haliyle Karadeniz Bisiklet Turum farklı bir boyuta ulaşıyordu. Kurucaşile’den çıkıp ilk rampalara vurduğumda artık kendimi daha da hür hissediyordum. Bazı şeyler oluyordu. Oluşuyordu. Filinta ile bütünleşmiştik. Çantalarım, eşyalarım, ihtiyaçlarım artık daha açık ve seçilebilirdi. İnsan, çoğunlukla da erkek ırkı zannımca kendinden ne istediğini böylesine açık ve seçik görme şansı sanırım çok az var. Kadınlar, erkeklere göre çok konuşmalarına rağmen düşüncelerini daha az paylaşırlar. O sebeple ne istediklerini anlamak da zordur. Şimdi, önümde durmadan tırmanıp indiğim yokuşların ufak öğretileri ile başka bir düşünce dünyasında hülyalanmaya başlıyorum.

Oğuz Atay’ın Anısına yapılmış heykeliMerak ettiğim bir yer var. Tutunamayanlar’ı yazdırabilecek kadar melankolik topraklardan dünyaya açılmış bir kalemin memleketine ulaşacağım. Oğuz Atay’ın toprakları…  O topraklar ki aynı zamanda güçlü aşk şiirlerine, memleket sevdasına dair satırlara da anlam katan büyük üstad Rıfat Ilgaz’ın da memlekeleti…

Rıfat Ilgaz Cide için her şeyimi yitirdiğim günlerde, Cide’nin belleğime yansıyan görünümü ile dirilir, yaşama gücümü tazelerdim demişti… İşte şimdi, o’nun yüce görüşünden yansıyan bu yerleşimi anlamaya, o bakışa dair detayları görmeye çalışıyorum. Uzun uzadıya sahiline konuşlandırılmış banklarına otursanız bile bu manzara insanı şair eder. Kayaları döven dalgaların gidişi karamsar bir dünya isteyenlere çok terk ediş yazdırır. İki yamaçtan inip de içinde bulunabilinen bu yerde, başka bir yaşama çıkmak için tırmanmak gerekir…

Oğuz Atay’ın anısına yapılmış heykeli

Cide, bu yolcululuğa görüntüsü dışında bambaşka bir farklılık da kattı. Sahilde inceden pedal çevirip tüm olan biteni anlamaya çalışırken, bir kafenin avlusuna yaslanmış iki tur bisikleti gördüm. Çıkış için hazırlanan  sarışın bir çift, kafeden yeni kalktıklarını betimleyen çeşitli toparlanma hareketleri sergiliyorlardı. Görür görmez selam vermek ve belki de aynı güzergahta sürüyorsak, enerjimiz birbirine denk gelirse birlikte sürmek bile mümkündü.

Cide sahiline nazır bir çay içmek isterken işte şimdi bir Alman çift ile tanışacaktım.  Johannes el salladı. Gidonu kafeye doğru çevirdim ve yanlarında durdum. İkisinde de yol bisikleti vardı. Johannes’in kız arkadaşı Wiebke, eliyle sırtını tutuyordu. Ne olduğunu biraz sonra öğrenecektim. Önce kendimi taktim ederek yolculuğum hakkında kısa bilgiler ile birbirimizin yolunu anladık.

Johannes, sarışın saçları ve çevik yüz ifadesi ile orta yaşlarda olduğunu belli ediyordu. Bakışları ile sürekli hareketlerimi gözlemliyor, güvenilir olup olmadığıma dair kendince çıkarsamalar yapıyor, bu bakışları nerede olsam tanırım. İkisinin de İngilizcesi iyi. Rahat anlaşacağız gibi duruyor. Wiebke’nin belindeki problemden dolayı yokuşlarda ciddi ağrılar çekiyor. Bu sebeple bugün, Doğanyurt’a kadar otobüs ile gitmeye karar vermişler. Bu kararın üzerine denk geldim. Terminalin nerede olduğunu öğrendikten sonra kafede bir çay içip terminale sürmeye başlıyoruz. Saatimiz 11 civarı olmasına rağmen araç 2 de hareket edecek. Johannes ile Wiebke anlaştılar. Yol ücreti de makul geldi.

Biz, Johannes ile sürmeye başlayacağız. Wiebke ise saat 2’ye kadar sahildeki mekanların birinde takılacak. Wiebke ile Johannes vedalaştıktan sonra biz yola devam ediyoruz. Önüzmüzde ciddi tırmanışlar var. Hatta ilk tırmanıştan sonra Cide’yi ayaklar altına alan tepede ilk fotoğrafımızı da çekiliyoruz.

Johannes, açık ve dolaylı olmayacak şekilde konuşmayı seviyor. Dört aydır yolda oldukları için de artık birçok konuda tecrübe edinmiş halde sürüyor. Altında karbon gidonlu bir yol bisikleti var ve kendisi de bana göre zayıf olduğu için yokuşlarda beklememesini rica ediyorum. İlk yokuşta beklemek istedi fakat lütfen devam et, ileride buluşacağız nasılsa dedim. Kastamonu manzaraları bizi sarmaladıkça, ikimiz de keyifleniyoruz. Her ne kadar turun en ciddi tırmanış gününün içinde pedal basıyor olsam da, yeni bir yoldaş ile karşılaşıp sürmek, o macera heyecanı başka bir güç sağlıyor.

Hava sıcak. Suyumuz bittiğinde ya da ısındığında çeşmelerden takviye alıp devam ediyoruz. Gördüklerimiz karşısında bazen sohbetimiz ansızın kesiliyor… Denize paralel uzanmış yüksek ormanlar adeta denizin önünü kesmiş koca koca adamlar gibi, ellerini kaldırmış dalgalara uzanıyorlar. Bu ormanları kıvrıla kıvrıla, kan ter içinde kalarak içinden geçiyoruz. Bir denize bir ormana dalıyor, doğanın sonsuz misafirperveliğine şahit oluyoruz.

Yol bizi öyle durumlara gark ediyor ki, önce bir köye tırmanıyor, tırmanıyor ve tırmanıyoruz… Deniz tam sırtımızda kaldığında, yaklaşık üç dört kilometre uzaklaştığımızı anlıyoruz ve şimdi iniş. Üç kilometre, bir kilometre, iki kilometre inişler. Artık eğimlere bakmıyoruz. Önümüzde sadece keşfetmek istediğimiz yollarda, dünyanın başka diyarlarından kopup Cide’de buluşmuş iki adam, pedal çeviriyoruz. Öğlen yemeği yemediğim için enerjim ciddi oranda düşmeye başlıyor. jo ile yemek meselesini konuştuğumuzda, ilerdeki yerleşimlerde bir yer bulursak atıştırırız diye anlaşmıştık fakat bu küçük köylerde sadece meyve ağaçlarından karnımızı doyurabiliyoruz. Jo ile aramızda mesafe girmiş bir yerde harika bir manzarada duruyorum ve heybemdeki üçgen peynir, gözleme ve pekmezi çıkarıp gömüyorum. Eğer yemek yemeseydim odağım dağılmaya başlayacaktı.

Belyaka’daki bu atıştırmadan sonra önümde yaklaşık 10 kilometre bir mesafe kalmıştı. Jo, iniş çıkışlarda gözüme ilişecek mesafede. Ağaçların arasından tırmanış ve inişlerini görüyorum. İleride bulaşacağız. Herkes kendi temposunda pedallıyor. Bu yolları yapanları düşünüyorum. Zamanında ne kadar zor ilerlenebildiğini. Şimdi asfalt fakat daha önceden bu yörenin insanının bu yollarda nasıl ulaşım sağladığını hayal ediyorum…

İnişler azalırken ormanlıklar da seyrelmeye başlıyor. Ormanlar azaldıkça ise heyelan tehlikesi tabelaları artıyor. İnsanlık böyle yapıyor işte, önce kendisine yaşanabilecek alanlar bulup sonrasında yaşanabilecek hale getiren ormanları yok ediyor, sonra da bir tabela ile yaşamlarını korumaya kalkışıyorlar. Bazı yerlere istinat duvarları bile örülmüş. O duvarların içinde fışkıran yeşillikler, doğanın gücünü simgeliyor. Son 2-3 kilometre kaldı artık, Doğanyurt’a yaklaştık…

Wiebke, biz varmadan bir iki saat önce beldeye varmış durumda. Jo ile beldenin girişindeki köprüde buluşup Wiebke’yi bulmak istiyoruz. Girişteki lokantadan bir adam sahile gittiğini söyleyip arada mönüsü de saymayı ihmal etmiyor. Biz sahile doğru devam edip Wiebke’yi buluyoruz. Kız, biz gelmeden önce nerelerde kamp yapılır diye bir keşif turu atıyor. Hatta bu keşif turunu oradaki gençlerden birine sormak istediğinde, genç motorsikletinin arkasına alarak bir belde turu bile attırıyor. Ömür boyu anlatılabilecek kadar havalı bir hikaye, Almanya’dan beldeye gelen kızı motorsikletimle gezdirdim…

Nihayetinde liman ile çevrelenmiş, yakınında kafe bulunan bir yerde ve daha gerisindeki alanda karar kılıyoruz. Pek yorulmadığı için daha enerjik olan Wiebke duş da almak istiyor ama yakınlarda yok gibi. Önce acıkan karnımızı doyurmak için lokanta bakacağız. Belde içinde esnaf lokantası arayan gözlerimiz iki esnaf lokantası arasında karar belirliyor. Girdiğimiz lokantada temel esnaf yiyecekleri gözümüzü de karnımızı da doyuruyor. Şu an ismini hatırlayamadığım lokanta sahibinin oğlu, İngiliz Dili ve Edebiyatı okuyan genç arkadaş ise misafirler ile diyalog kurmaktan çekinmeyerek servisi de ingilizce yapıyor. Karnımızı doyurup dışarı çıktıktan sonra tur bisikletine evrilmiş, 29 inç bir dağ bisikletini görüyoruz. Sahibini ararken, kahvede olduğunu söylüyorlar ve işte orada Heidar ile tanışıyoruz.

Heidar, İran’dan yola çıkarak İstanbul’a doğru pedal çeviriyorken Doğanyurt’ta konaklamaya karar veriyor. İşte Dünyanın en batısı, ortası ve doğusunun buluştuğu tabloda, bu akşam birlikte kamp yapacak dört bisikletli gezgin kamp alanımıza doğru ilerliyoruz.  Kayalıkların dibinde çadırlarımızı açmaya başlarken mekan sahibi, burada çok fazla taş düşmesi yaşandığı için çadır kuramayacağımızı söylüyor. Hoşumuza gitmemesine hatta direnmemize rağmen yerimizi değiştiriyoruz. Ve işte çadırlarımızı kurduktan sonra sıra yüzmede… Güzelce bir serinlemek hakkımız. Şortlarımızı giyip doğruca denize. Heidar’ın enerjisi çok iyi. Yolda olan herkes iyi. Denizde ayaklarımızın üzerinde dururken şu an hatırlayamadığım çok keyifli hatta kahkaha patlattığımız sohbet ile harika zaman geçiriyoruz. Balıkçıların yanaştığı alanda kısa bir hortumla yıkandıktan sonra artık kamp alanımızda ilk kamp akşamımız için yayılıp dinlenme zamanı geliyor…

İki Alman, bir İranlı ve bir Türk, Doğanyurt’ta gözlerimizi uykuya kapatıyoruz.
Sağdan Sola: Heidar, Wiebke, Johannes ve ben

5. Gün – Kastamonu Doğanyurt, Abana

Uzun zamandır yolda olan bir çift ve İran’dan İstanbul’a pedallayan bir seyyah ile Karadeniz’in hiç bilmediğim sahilinde uyanmak, farklı bir duygu. Hava kararıyor! İlerideki yağmur yüklü bulutlar gelmeden niyetimiz çadırları toplamak. Çiseltiler başladı bile derken işte Karadeniz kendisini gösterdi. Tam çadırları topladık ve çıkıyoruz derken sel gibi bir yağmur bastırdı. 

Kamp alanımızda sabah

Gidelim dediğimiz anda herkesin aklına aynı anda tek bir şey geldi. Dün akşam dışarıda bulduğumuz üçlü elektriğe taktığımız bataryalar! O deli yağmur altında koşarak gidiyoruz. Elimizde bisikletler. Hemen ıslanmış bataryaları alıyoruz. Bunlar turda can damarı olan eşyalar. Hepsi sırılsıklam… Artık yapacak hiçbir şeyimiz yok, yağmurun biraz dinmesini bekleyecek ve çorba içmeye gideceğiz. 

Yağmurun dinmesiyle birlikte ilk hedef çorbacı. Dün akşam bizi çok iyi ağırlayan genç arkadaşlar, çorbayı da bol kepçe yaparak bizi sevindirdiler. Bu sevincin yerini ters istikamette pedallayacak olan Heider’ın aramızdan ayrılışı böldü. Lokantanın önünde bir hatıra fotoğrafı çekilerek pedalları çevirmeye başladık…

Daha yola çıkar çıkmaz uzun ve sert rampalar günün zor geçeceğinin habercisiydi. Özlüce’ye kadar birlikte pedal çevirdik fakat sonradan ben kendi tempomda gitmeye karar verdim. Alman çiftin yol bisikletleri vardı yükleri çok daha hafifti. Onlara ayak uydurmak beni yıpratacaktı. İleride buluşmak üzere onların rahatlıkla devam edebilecekleri şekilde anlaştık. 

Taşburun’dan İnebolu’ya süzüldükten sonra karnımız acıkmış olmalıydı. Çiftin İnebolu’dan duracağını tahmin ettim ve aradım. Onlar da bir lokanta ismini söylediler. 

Yaklaşık 10 dakika sonra söyledikleri mekana ulaştım. Dışarıda katlanır bir bisiklet vardı. Hem de bagajlı. Bu da nesi diye düşünerek filintayı park ettim ve içeriye girdim. Bizim Alman çift, bir turcu daha bulmuşlardı…

Bu yüzü hep gülen, yüksek enerjili, konuşmayı seven adam Joscha Friedman. Daha orada ilk gördüğüm anda gözlerindeki kendi olabilmişliğini yakalamıştım. Biraz sohbet ettikten sonra ben de siparişimi verdim ve hep birlikte öğle yemeğimizi yedik. 

Joscha hakkında biraz konuşmak gerekirse; bu yakışıklı Alman, Almanya’dan yola çıkıyor ve Bulgaristan’a kadar trenle geliyor. Oradan bir çevirmeye başlıyor taaa Tayland’a kadar sürecek bir yolculuk planı var. Organik beslenme, giyinme, minimalist yaşam tarzı gerçekten kıymetli bakış açılarını ve sorgulayan, sorguladığı gibi verdiği kararları somut olarak uygulama cesareti gösteren bir birey olduğunu gösteriyordu. 

Yemekten sonra yola artık 3 Alman 1 Türk olarak devam ediyoruz. İnebolu’yu tırmandıktan sonra önümüzde bugün yaptığımız kadar sert olmayan tırmanışlar var. Manzaralar paha biçilemez… 

Net bir varış noktası hedefimiz olmadığı için daha çok keyif alabileceğimiz yerlerde konaklarız düşüncesindeyiz. Yol boyunca Joscha ile sohbet edip tanımak adına birbirimizi anlattık. Bu 35 yaşında olan fakat genç gösteren adam, iyi eğittiği bir düşünce sistemine sahipti. Her zaman gülen yüzü ve enerjisinin ardında aslında ciddi bir Alman da vardı. 

Yol boyunca dikkatimi çeken bir başka husus, ana dili Almanca olan ve yol boyunca sohbet eden bu üçlü, ben yanlarına dahil olduğumda sohbetlerine İngilizce devam ediyorlardı. Bu gerçekten saklı ama büyük bir saygı göstergesiydi. Yolda böylesine ince düşünen turcular ile karşılaşmak ziyadesiyle keyif vermişti. Ve günler boyu birlikte pedal çevirdiğimiz ya da birlikte olduğumuz tüm anlarda hiçbir zaman Almanca’ya yönelmediler. Kendi aralarında konuştukları oldu ama ben yanlarındayken her zaman İngilizce konuştular. 

İnebolu’da Oğuz Atay’ın heykelinin önünde Filinta ile fotoğraf çektim. Oğuz Atay… Şimdi oraya girersem çıkamam. 

Yollar ve yollar… Sol tarafımızda masmavi deniz, sağ tarafımızda alabildiğinde yemyeşil orman. Ciğerlerimiz temiz havadan nasibini ziyadesiyle alıyor. 

Beldeğirmen’in sert yokuşlarını dahi önemsemeden hep birlikte pedal çeviriyoruz. Joscha, katlanır bisikletiyle hepimizden iyi performans gösteriyor. Yakaören’den sonra önümüze gelen düzlükte yol üzerinde Abana’ya uğrayalım, beğenirsek konaklayalım diye sözleşiyoruz. 

Henüz Abana’ya girer girmez, mimari yapısı, meydanı, yerleşim şekli hiç beklenmeyecek kadar şaşırtıyor. Kafeleri, insanların yaklaşımı, yoldan geçerken hoş geldiniz kardeşler diye bağıranlar… Daha ne olsun. Burada konaklamaya karar veriyoruz. Sahilde kamp atalım diye konuşurken güzel bir kahve mekanı görüyoruz ve akşam yemeğinden sonra buraya gelmek için sözleşiyoruz. 

Sahile doğru sürdükçe Abana daha da şaşırtıyor. Buraya gelene kadar Doğanyurt’tan sonra gördüğüm mahalle ve köyler, sahilleri, izbe halleri açıkcası bugün için olağan bir yerde kamp yaparız diye düşündürmüştü fakat Abana, bunların hepsini yıktı geçti. 

Sahile pedalladığımız yerde bir ücretli kamp yeri gördük ve fiyat öğrenmek adına durduk. Grup adına mekan sahibiyle konuştum. Hamdi’nin Yeri Camping isimli bu yerde çitlerle çevrilmiş yeşil bir alan vardı. Karşımızda sahil, çevremizde de trafik olmayan yollar mevcuttu. Kamp fiyatında 4 kişi olarak pazarlık yaptım ve uygun bir ücrete anlaştıktan sonra çadırlarımızı kurmaya başladık. 

Akşam üzeriydi. Vaktimiz vardı. Çadırlarımızı kurduktan sonra hep birlikte sahile gidip yüzeriz, ardından duş alır döneriz sohbeti kadar vaktimiz vardı. Çadırlarımızı kurup yerleştikten sonra şortlarımızı giyip sahil kenarına ulaştık fakat Karadeniz öyle hırçındı ki bu dalgaların hiç yüzülesi bir tarafı yoktu. Denize girmeden vazgeçtik. Buradan kamp alanına döndük ve duşumuzu aldıktan sonra hep birlikte yemeğe doğru yürümeye başladık. 

Şimdi güzelce bir yemek yiyip üzerine gördüğümüz kahve mekanında keyifle kahve içme zamanıydı. 

Biraz çarşıda sağa sola baktık fakat sahil güzergahına giderken burada panayır şeklinde kurulmuş tezgahlarda yöresel yemekler satan yerler vardı. Burada bir yere gitmeye karar verdik ve bu karar hepimizi çok mutlu etmişti. Ülkemizin yemeklerinin başında gelen mantı, bu bölgede çok daha iyi yapılıyordu ve mekan sahibi de bunu önerdi. Koca tabaklarda mantılarımızı gömdük. Ortaya da bir salata söyledik. Türk usulü… 

Karnımızı doyurmuştuk ve sıra uzun zaman sonra güzel bir kahveyi içmek vardı. Cafeino’ya yürüdük ve burada önce herkes istediği kahveyi söyledi. Ardından hep birlikte bir Türk Kahvesi içmeyi teklif ettim ve 40 yıl hatrı olduğunu anlattım. 

Gayet leziz kahveleri bize sunan işletme, sadece kahve ile değil yaklaşımı ve güler yüzü ile de gönlümüzü fethetmişti. Teşekkür ederek kamp alanımıza doğru yürümeye devam ettik. Keyfimiz yerindeydi. Şaka gibi gelse de dünyanın farklı coğrafyalarından dört bisikletli aynı yerde kamp yapacak ve sabah birlikte pedal çevirmeye devam edecekti. Sabah kahvaltıyı beraber hazırlamak için manavdan çeşitli meyveler aldık, marketlerden de başka diğer malzemeleri tedarik ettik.

Abana, 2017’deki Ege Bisiklet Turu’mda Ilıca’da yaptığımız kamp alanı kadar samimi, doğal ve kucaklayan yapısıyla şimdi bize güzel bir uyku armağan edecekti. İki tane bira yuvarladıktan sonra yumuşamış ruh halimle çadırıma geçtim… 

6. Gün | Kastamonu, Abana – Sinop, Ayancık

Bu sabah, eşsiz yolculuğun altıncı sabahı. Diğerleri için ise onlarca sabahtan bir başkası. Herkesin his dünyası farklı. Önümüzde bekleyen yollar var… Çadırlarımızdan çıkıp el yüz yıkama faslı. Ardından birlikte hazırlayacağımız güzel bir kahvaltı. 

Bu sabah kahvaltı Joscha’dan. Tüm meyveleri tek tek dilimliyoruz. Elimizdeki pekmez, bal ve bilimum enerj verecek malzemeleri de çıkarıyoruz. Joscha, 2 yulafı tencereye döküyor ve su ile kaynatmaya bırakıyor. Ne yapacaksın diye sorduğumda enerji bombası cevabını veriyor o kendine has gülümsemesiyle. Yulaf iyice kaynadı. Parçaladığımız muz ve elmaları içine döküyoruz. Ardı sıra pekmez, bal, fıstık ezmesi. Lapa olmuş yulafa biraz daha su ilave ediyor ve hepsini yaklaşık 10 dakika boyunca karıştırıyor. Bir yandan ustalık ve keyifle yaptığı tüm bu işleri izlerken yardım etmeye çalışıyorum, bir yandan aklımda ne değişik adam yahu şeklinde cümleler beliriyor. O’na göre bu yapacağımız kahvaltı ile gün boyu enerjimiz iyi olacak ve sağlıklı beslenmiş olacağız. Kabul. Denemeye varım. 

Birlikte gömülüyoruz aynı masada. Gayet güzel. Doyurucu. Yanında da kahve. Zımba gibiyiz! 

Kamp alanı sahiplerine ilgilerinden dolayı teşekkür ediyor ve toparlandıktan sonra macera dolu bir güne daha pedal çevirmeye başlıyoruz. Kastamonu’daki son günümüz olacak. Artık Sinop’a ulaşacağız. Acelemiz yok. Saate ve keyfimize göre pedala devam! 

Abana’dan sonra Çatalzeytin’e kadar bir iki tanesine saymazsak çok da dik yokuşlarla karşılaşmıyoruz. Çatalzeytin’ vardığımızda sahildeki Atatürk heykeli önünde Filinta’nın fotoğrafını çekiyorum. Devamında Mustafa Kemal’i üçüne de özetle anlatıyorum. Almanya – Osmanlı ilişkilerini ve sonraki süreci de 5 dk’lık bir konuşma ile özet geçmeye çalışıyorum. 

Her gün gördüğümüz manzaralara bir kez daha hayran şekilde pedallıyoruz. Türkeli’ne vardığımızda öğle güneşi tepeden iyice vuruyor. Biraz daha pedalladığımızda karşımızda iki yol ayrımı… 

Haritaları biraz kurcaladıktan sonra iki yol ayrımı konusunda biraz düşünüyor ve fikrimizi söylüyoruz. Yoldaki amcaya yolun durumunu soruyorum, sahilin, onların deyimiyle eski yolda çalışmalar olduğunu, bu tepeleri dolanan yolun daha iyi olabileceğini söylüyor. Yine doğaçlama rota bulmacalar… 

Yusuflu’dan sonra başlıyoruz bahsettiği tepelere inip çıkmaya. Anlaşılan Ayancık’a varana kadar yine tipik Karadeniz hallerini yaşayacağız. Tırman, İn. Tırman İn ve tekrar Tırman ve İn. İki eylemin de kendine has lezzeti olduğu kesin. 

Büyükdüz Mahallesi’ne vardığımızda buradaki çeşmelerden birine kafamı sokuyorum. Çeşme önünde havuz gibi bir şey olsaydı komple girebilirdim de. Hava gerçekten sıcak. Zaviye’den sıyrılıp gidomuzun tekrar kuzeye döndüğünde ufukta denizi görüyorduk. Denizi görebiliyorsak demek ki 20 30 kilometre sonra Ayancık’a ulaşacağız. Burada kararımız netleşecek. Vakit güzel. Bakalım neler gösterecek. 

Her ilçede olan Aşağıköy mahallesine ulaştığımızda biraz mola veriyoruz. Ayancık hakkında bilgi edinmek için biraz araştırma yapıyorum ve burası için bayağı güzel yorumlar dolaşıyor. 

Ayancık gerçekten de rengarenk evleri, pansiyon ve otelleri, meydanı, mekanları ile göz dolduruyor. Öğle vaktini geçti ve karnımız da acıktı. Ekibe daha önce esnaf lokantasına yemek yiyip yemediklerini soruyorum ve hayır cevabını alıyorum. 

Meydanda hemen birine esnaf lokantası soruyorum ve kendimizi bol çeşit barından bir lokantada buluyoruz. 

Johannes ve Wiebke, çeşitleri ve tazeliğini görünce birçoğunun tadına bakmak istiyorlar. Tezgah başında yiyeceklerimiz için şöyle bir anlaşma yapıyoruz. Her şeyden ama azar azar. Tamam! 

Masayı donatıyoruz. Kuzu porsiyon dahi söyledik. Hep birlikte adam akıllı gömüldük. Karnımızı güzelce doyurduk. Ayancık’ın keyifli hali bizi kendine sevdirmişti. Saat de 3’e geliyordu. Eh, daha fazla sürmeyelim ve burada kalalım dedik. 

Johannes ve Wiebke bir otelde kalmak istediklerini söyledi. Joscha ile kamp yapmaya karar verdik. Çifte bir otel bulduk ve onları yolcu ettikten sonra kamp alanı bakmaya başladık. Sahil kenarı kampa uygun değildi. Çok dalgalıydı ve kalabalıktı. Büyük taşlarla yeni çalışmalar yapılıyordu. Biraz daha sürmeye devam ettik ve dere üzerinden Ayancık’ın karşı yakasına geçtik. Burada sahilde bir çay bahçesi gördük. 

Denizci cafe restaurant tabelasını görür görmez içeri giriyoruz ve genç bir arkadaş bizi karşılıyor. Burada bizi asıl şaşırtan, bizi karşılayan arkadaşın direkt Mert abi hoş geldin demesi oldu. Joscha ile birbirimize bakakaldık. Meğer bu arkadaş beni takip ediyormuş ve buraya geldiğimizi görünce de nasıl mutlu oldu anlatamam. Hemen bir yer ayarladı ve çay getirdi. 

Mekan sahibi Yusuf abi geldiğinde buraya kamp atıp atamayacağımızı öğreneceğiz. Yusuf abi 15 dakika sonra geldi ve tabii ki kamp yapabileceğimizi söyledi. Keyfimiz yerine geldi. Ayancık merkeze 2 km uzakta, denize sıfır, güvenli bir alanda kampımızı yapacaktık. 

Çadırlarımızı kurduk. Akşam yemeğinde buluşmak üzere ayrıldığımız çift ile saat konusunda anlaştık ve Ayancık meydanda buluşmak üzere yüklerinden arınmış bisikletlerimiz ile Ayancık meydana pedal çeviriyoruz. Her geçişimde dikkatimi çeken bir nokta vardı, bahsetmek istiyorum. Ayancık eski kereste fabrikası. Ayancık’ın burnuna yapılmış. Belli ki buradan gemilerle yüklenip giden keresteler vardı. Eski model traktörler, 80’leri andıran yapılaşması ile farklı bir yerdi. Keşke fotoğrafını çekseydim. 

Meydanda çiftle buluştuktan sonra bir kebap salonuna gitmeye karar verdik. Burada da güzel bir yemek yedik ve üzerine künefe gömdük. Almanlar künefeye bayıldı. 

Bu noktada artık yarınki programı konuşuyoruz. Alman çift, yarın sabah geç çıkacaklarını, biraz daha fazla dinlemek istediklerini söylediler. Yargılamak haddimize değil, herkesin kendi yolculuğu. 
Ben, hayalim olan Sinop İnceburun’a süreceğimi söyledim. Joscha ise İnceburun’a gelmeyeceğini, direkt devam edeceğini belirtti. Sorun değil. O İnceburun’a gideceğim… 

Yemeğimizi yedikten sonra birbirimiz ile tanıştığımız için çok mutlu olduğumuzu belirten çeşitli cümleler ile buruk bir vedalaşma yaşayarak kendi kamp alanımıza döndük. 

Yusuf abi gerçekten her şeyimiz ile yakından ilgilendi. Kahvaltıyı sabah burada yapacaktık. Karadeniz’in hırçın dalgalarını kıran Ayancık koyunun güvenli dalgalarının sesinde uykuya dalmak üzere çadırlarımıza geçtik…. 

7. Gün | Sinop Ayancık – İnceburun, Hamsilos, Karakum
Yazılıyor…

İnstagram
Facebook
Strava

Önerilen makaleler

1 Yorum

  1. Arkadaşım seni tebrik ediyorum. Bu güzel anlatımınla seninle birlikte oraları gezmiş kadar oldum. Emeğine ve pedalına sağlık. Tekrar tebrikler ve paylaşımın için teşekkürler (devamını sabırsızlıkla bekliyorum)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir