Sülüklü Göl Kamplı Bisiklet Turu

Doğanın sunduğu manzara,insan kalbinin içinde yatar. Görmek için önce onu hissetmek gerek” diyor, Rousseau…

Gece 11 civarı uyduruk kamp ışığımla okumaya çabaladığım İçimizde Gezinen Sessizlik kitabı, Sülüklü göl yolculuğumun da felsefesini kurgulayacaktı.

Bu yolculukta, hem kendimce öykünecek hem de Sülüklü göl’e pedallayıp kamp yapmak isteyen pedaldaşlara minik detaylar armağan edeceğim.

Yaz işte… Uzun sürüşlerde su kaybından neredeyse hasta olacağız. Su ve sıvı tüketmekten midemizin feleği şaştı. Nem desen, kendi üst sınırlarını zorluyor. Hani şu, esmiyor abi dönemi var ya, heh tam  o vakitteyiz.

Yüksekler soğuktur! fikri, aklımı çeşitli yükseltileri düşünerek rotalarını çizmekle, oralara pedallaşmış olanlardan küçük bilgiler almakla uğraştırıyordu. 2015 Eylül ayında yedi arkadaşımızla aştığımız Sülüklü Göl rotasını bu defa bir gün yaşamak adına çevirmeye karar verdim.

Cuma akşamından yapılan hazırlıkları iyi ki önceden tamamlamıştım. Çünkü çok geç bir saatte uyumama (gece 3 civarı) neden olacak bir takım görüşmeler ortaya çıktı. Eve vardığımda hemen uyudum ve sabah biyolojik saatim beni yine telefondan önce uyandırmıştı.

Yüklü bisikletimle bekleyen yollar vardı… Evin kapısını çekip ilk pedal kilit sesi geldiğinde hedefine odaklanmış süvari gibi hem heyecanlı hem bilgili hem de kendimden emindim. Şengel Lokantasında bir çorba ile Dokurcun’a kadar yetecek enerjimi depolayıp yola çıktım ve sabah serinliğinde kendimi Dokurcun’dan buldum.

Rotayı önce, Çökekler, Budaklar üzerinden düşüşsem de sonrasında bunu Erenler üzerinden Ankara yoluna çıkarak değiştirdim. Mudurnu güzergahına devam eden bölünmüş çift şeritli yolda alabildiğine rahat şekilde pedalıma güç veriyordum.

Dokurcun, vaktiyle beldelikten alınmaması için mücadelesine dahil olduğum şimdinin mahallesi… Sakarya’da kapatılan 13 beldeden biri.  Akyazı’nın çatısı diyebileceğimiz Dokurcun, genelde merkezindeki dere kenarındaki çay ocağında çay yudumladığımız şirin bir yerleşim olarak aklımızda kalıyor…

Öğle vakti gelip karnım acıkınca önümdeki tırmanışları da düşünüp burada yemek yemeye karar verdim. Gözüme üç tane esnaf lokantası kestirmiştim ve en temiz görünene doğru gidonumu çevirdim. Karnımı doyurup yola kaldığım yerden devam edecektim ve beni bekleyen bin beş yüz metre tırmanış vardı. Bunun bir kısmı henüz Sülüklü Göl yoluna girmeden başlayan Reşadiye, Şerefiye, Beldibi gibi yerleşimleri iken, ilerde bahsedeceğim Sülüklü Göl tırmanışı ile bacaklarım ateş edecekti.

Fazla su göz çıkarmaz deyip marketten yaptığım son birkaç küçük alış verişim ile artık hedefimi keskinleştirmiştim. Yükselen güneş ışıkları ile yokuşları ağır ağır tırmanırken bir an önce Sülüklü Göl tırmanışına ulaşmak istiyordum…

Asfaltın erimiş ziftini koparan lastik dişlerim, ardıma baktığımda bıraktığım izin sebebiydi. Yükü artmış kamp atacak hangi bisikletliye sorarsanız sorun, isteyeceği son şey susuz kalmak olacaktır. Bu yüzden iki tane bir buçuk litrelik suyum ve dolu mataram ile kendimi son yokuşa vurdum.

Sülüklü Göl yokuşu, belki bir kilometresi asfalt olmak üzere devamı tamamen stabilize, taş ve topraktan oluşmuş geleneksel bir plato yolu. Dozerlerle yolun genişletildiği, yola belirli dönemlerde bakım yapıldığı çok açık. Buna rağmen yüklü bir bisikletli için her halükarda zorluk oluşturuyor…  Bir bakıma da keyifli.

Düşündüğüm kadar susuz kalmayacağımı 2015’te geldiğim zamandan biliyordum. Yol boyunca akan soğuk bir dere ve göl girişinden önce çalışan çeşmeler vardı. Bu beni rahatlattı ve suyumu daha sık içtim. Susuzluk riskine hiçbir zaman girmemeli.

Kan ter içinde kalana kadar devam eden tırmanışlarımda yanımda nadiren araçlar geçiyor, kimisi selam veriyordu. Buz gibi derenin sesinde ilerlerken üç noktada durarak bir iki dakikalık molalar verdim. Bu molalar, dereye ulaşabilecek yerlerde kafamı suyun altına sokup tamamen serinlememe olanak sağlayacak yerlerde oldu. Mataramı doldurup yoluma devam ettiğim her virajda biraz daha umutlarım arttı.

Çıkışta iki tabela var. Biri, Sülüklü Göl 5 km ve diğeri Sülükgöl 4 km… Pardon son dönüşten önce Sülüklü Göl 1,5 km şekilde de bir tane vardı.  Son tabeladan sonra ağaçları yolumun üzerini tamamen kapadığı, tırtılların ağaçlardan yola sarktığı bir yerde iki nefeslik durdum. Bisiklette inmek istemiyordum. Gözüme kestirdiğim bir çam ağacına sağ kolumu geriye kastırıp kuvvet uygulayacak, sol ayağımla da bisiklete yük verip dengede kalacaktım. Güzel, yaptım bunu… Ama gidonu tekrar tuttuğumda elimi tekrar geri alamadım… Çam sakızına bandırılmış yeni eldivenim ile yola devam edecektim. Çam sakızı çoban armağanı…

Hatırladığım kadarıyla son düzlükten önce tırmanman gereken üç dik viraj vardı. Bu üç viraj bana altı ya da yedi olmuştur… Galiba şundan sonraydı demeyi bıraktım ve kafamı eğip varacağım yere kadar çevirdim.

O kadar çok terledim ki… ne taytımda ne formamda kuru bir yer kalmamıştı. Elektronik eşyalarımı kadro arası çantaya atıp bu ter bulamacasından kurtarmak en mantıklı davranıştı.

Sülüklü Göl tabelasını  gördüğümde artık benim için tırmanma defteri kapanmıştı. Derin bir nefes çekip ardımda bıraktığım 10 kilometre ve bin beş yüz metre tırmanışa budur çektim! Artık sıra, güzel bir kamp alanı bulup kafayı dinlemekteydi…

Gölün etrafında yaklaşık elli kişi vardı. Gözlemlediğim kadarıyla bir kısmı günübirlikçi bir kısmı da bu akşam burada kalacaktı. Gözüme kestirdiğim en iyi yerde, üç genç çift vardı. Bir iki defa gölün çevresinde dolaştım. Kamp yapılabilecek yerleri uygunluğuna göre derecelendirip en iyi yere çökecektim.

Göle yakın olmak istediğim bir alanda karar kıldım ve kampımı kurdum. Artık bir duş alıp yerleşme vaktiydi. Tam o sırada, genç üç çiftin bulunduğu, en beğendiğim yerden biri bana doğru yaklaşarak “hocam, biz gidiyoruz istersen böyle gel” diyerek resmen içimi okumuştu. Bekledim, toparlandılar, yerimi değiştirdim. Yeni yerim, ağaçların tam ortasında üç – dört metre çapında boşlukta, ağaçların üzerimi örttüğü bir yerdi. Mutluydum, hem istediğim yerde kamp yapacaktım hem de henüz saat daha üç civarıydı.

Esasında söylemenin abes olabileceğini düşünenler olabilir ama kampta en önemli konu, yıkanmak. Duş alınarak yapılan kampın tadı bambaşka. Hele ki bu yaz ayında o kadar terleyip varılmış ise… Benim bu defa çözümüm, duş bulamadığım zamanlarda yaptığım gibi tuvaletlerde su şişeleri ile yıkanmak… Bu konu için beş litre ya da iki buçuk litrelik şişeleri doldurup doldurup yıkanıyorsunuz desem, sanırım hepimize yetecek bir bilgiyi vermiş olurum. Burada gülücük var.

Akşam yemeği için hazırlıklarımı yaparken, bizim genç üç çift toparlanmıştı. Bana gelebilirsin diyen güzel adam bu defa bir soru sordu. Hocam sporcusun ama belki… diye armağan ettiği kırmızı ve beyaz güzel içecekler ile gecemin efsane olacağını göstermişti. Kendisine de sanırım bu akşam yıldızları bambaşka izleyeceğim demek isterdim ama teşekkür edip iyi yolculuklar diledim.

Gece benimdi. Tüm yorgunluğumu almış buz gibi duş sonunda artık uzanmak, yuvarlanmak, şarkı dinlemek, Rousseau okumak ve düşünmem gereken konuları eni boyu düşünmek vardı… Aşağıdaki masayı da çadırımın yanına getirdim. Yokuşta kalan ayaklarına taş koydum, artık tamamdı…

Tüm geceyi, yukarda belirttiğim eylemler ile geçirip kendim ile uğraştım. Her ne kadar yalnız görünsem de Rousseau ile uzun uzadıya sohbetler yapmış, aforizmalarına karşı gelmiş, kafamı kurcalatmış ya da zihnimi bulandırmıştım. İlerleyen saatlerde tüm bunlar  benim de bir şeyleri karalamama sebep oldu. Gerisi, armağanları yudumlamak ve gecenin akışına bırakmak…

Çadırımın kapısını araladığımda, sabah ışıkları bu krater gölünün üzerini yakıyordu. Ünlü dikilmiş ağaçlarının doğusuna çarpan aydınlık, sisi aralayıp çadırıma kadar ulaşıyordu. Acıkmıştım… Ötmelerinden uyduruğum kadarıyla kuşlar da acıkmıştı. Hatta balıklar gölün yüzeyinde dolaşıyorlardı. Sütlü- sert bir kahve ile kahvaltı zamanı gelmişti.

Yolda aldığım buğday ekmeği, tam üç öğünümde doyurucu olduğunu kanıtladı. Ton balığımın yanındaki Abaza peynirim, akşamdan kalan barbunya ile farklı bir lezzet sundu. Akşam aklımı derleyip toparladım. Şimdi kahvaltımı yaptım. Ve artık buralar daha fazla kalabalık olmadan, hava da yanmadan geri dönme zamanıydı.  Toparlanıp geri dönmek, gelmek kadar farklı bir heyecana sahipti. Eh, inilmeyi bekleyen zorlu bir parkur ve varılmayı bekleyen bir ev vardı.

Yetmiş kilometrelik rotayı geri dönecek enerjim de keyfimde vardı. Yapılması gereken en önemli iş, toprak bu yolu kazasız belasız bitirmekti. Aşağı indiğimde yolun ilk on kilometresi tamamlanacaktı. Risk alıp hızlı bir şekilde iniş yapabilirdim. Bu şekilde, bagajlarımı, heybelerimi kırmak, tekelerlek tellerimden birinin kırılmasını sağlamak, bakımsız balatalarımın bir yerde infilak etmesine sebep olmak, bir virajı alamayarak yaralanmak gibi tercihlerim vardı… Belki hiçbiri olmayabilirdi ama ben buraya koşturmaya değil, yavaşlamaya geldim.

Sert virajları, büyük çakılları, yol yarıklarını ziyadesiyle dikkatli inerek asfalta ulaştım. İniş çıkış yaptığım yokuşları da bitirdiğimde, son inişten önce Şerefiye’de Ahmet abime bir uğrama sözüm vardı.  Sohbet ve karpuz eşiğinde dinlendikten sonra Şerefiye yokuşundan bir saldım, 50 kilometre sonra ver elini Adapazarı…

İşte buradaydım. Burada yaşanması gerekenin yaşandığı, şu evrenin var olduğu günden beri, ömrümüz ancak bir ateş böceğinin yanıp söndüğü an kadardı. O ateşböceği yanışında bir an olan bu macerada; dokunulmamış doğasını bu gidişle çok arayacağımız Sülüklü Göl, rüya gibi bir günü hayatıma eklemişti.

**********

Strava ve Relive verileri:
Cumartesi | Adapazarı – Sülüklügöl Kamp
– Relive
Pazar | Sülüklügöl Kamp – Adapazarı
– Relive

Toplam  Sürüş:
144 kilometre
Toplam Tırmanış:
1951
Harcanan Kalori:
4.000
Ortalama Hız
18 km/h

Mert Atalay – Ağustos ’17

İnstagram
Facebook
Strava

Önerilen makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir